BİR METNİ ANLAMLANDIRMAK
Sanatın hayatımıza
kattıklarını hiç düşündünüz mü? Ya da hayatınızda sanata yer var mı diyerek
başlasam daha doğru olur herhalde. Günümüzde ve özellikle ülkemizde sanata
zaman ayırmanın gereksiz bir durum olduğunu fark etmemek mümkün mü ki?
İnsanı
geliştiren, kendisini doğru ve etkili ifade etmesini sağlayan, belki de dile
getiremediklerini, anlamlandıramadıklarını bulabileceği yegane unsurdur sanat.
Sanat deyince aklımıza ne geliyor? Sıkıcı sanat galerileri, okunması zor yazılar
vb. gibi yanıtları veriyor maalesef günümüz insanı. Evet, belki de ilk bakışta
doğru. İnsan kendini zorlamadığı, o sonu gelmez rahatını bozmadığı sürece bu
böyledir. Ama biraz zaman ayırsak, biraz üzerinde düşünsek acaba bu sorunun
yanıtını değiştirebilir miyiz? Ne demiş Voltaire: “İnsanlar yiyecek ekmek,
yatacak yer buldular mı düşünmekten kaçınırlar.” Aslında bunun tersini de
söyleyebiliriz özellikle maddi sorunlarla boğuşan uluslar için. Bizim gibi
ülkelerde sanırım bu durum geçerli. Karnı doymayan bir millete sanattan mı söz
ediyorsun diyenler çıkabilir. Acaba aç olduğumuz için mi sanata önem
vermiyoruz, yoksa sanata, estetiğe yeterince önem vermediğimiz için mi açız?
Bilime, sanata önem veren ulusların geçmişte
de günümüzde de nasıl güçlü uygarlıklar kurduğunu, refah seviyesinin ne kadar
yüksek olduğunu hepimiz görüyoruz. Demek ki bahane üretmek yerine çalışmak,
kendimizi zorlamak gerekiyor. Ne demiş ilkçağ düşünürlerinden biri: “Rüzgarın
yönünü değiştiremiyorsan yelkenlerini rüzgara göre ayarla.” Koşullarımızın ne
olduğunu atlamadan en uygun davranış biçimini uygulamamız gerekiyor. Bahanelerle
bu işin olmayacağını görmemiz lazım.
Bilinen eksikleri
düzeltip tamamlamak için en uygun sanat dalı da edebiyattır. Sözcüklerin efendisi
olup onları istenilen yöne sürüklemek, dar ve geçit vermeyeceği düşünülen
yollardan en farklı ve güzel biçimlerle onları geçirebilmek, tek birini
kullanıp bütün bir evreni içselleştirmekten daha büyüleyici ne olabilir ki? Kendini
sözlü ve yazılı ifade edebilen birisi emin olun ki diğer dallarda da bu
özelliğini çok rahat kullanacaktır. Bir şiirin iç dünyasına inebilmek,
imgelerin evrenine ulaşıp başta saçma gelen yönlerinden bizim usumuza,
kalbimize seslenen yanlarına ulaşabilmek çok da kolay değildir elbette. Bir klasik
romanın çok katmanlı ve yaratıcısı tarafından nakış işler gibi işlenen dilini
çözebilmek bir anda olacak iş değildir tabi ki de. Emek gerekir, birikim
gerekir, en önemlisi de istemek gerekir. Kişi bir şeye kendini tamamen
adadığında Tanrı da harekete geçer, der dünya edebiyatının en önemli
yazarlarından Goethe.
İsteme kısmını
hallettik. Peki, şimdi edebi eserleri anlamak için ne yapacağız? Öncelikle
belirtmem gerekir ki bu sorunun yanıtı tek bir yazıda verilemeyecek kadar
ayrıntılıdır. Benim sadece satır başlarına değineceğimi unutmayalım. En başta
seviyemize uygun eserleri okumaya ve anlamaya çalışmalıyız. Eğer belli bir
okuma geçmişimiz yoksa Suç ve Ceza’dan başlamak hemen pes etmemize neden
olabilir. Okuma sırasında yazılanlarla ilgili düşünmek ve belki de kısa notlar
almak yerinde olacaktır. Kuyucaklı Yusuf’tan alınan, Yusuf’la kaymakam olan
babası Salahattin Bey arasında geçen konuşmaya bir bakalım:
"Bu iş sana göre değil ama, ne
yapalım?" dedi. "Biliyorum, canın sıkılacak, fakat insan yavaş yavaş alışır.
Gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. Mesele o odanın içinde beş on saat
oturuvermekte... Lüzumsuz gibi görünür ama bunsuz da dünya dönmüyor. Öyle ya,
herhalde böyle boş oturmanın da bir hikmeti var. Bir bakarsın, hükümetteki
işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. Lakin o kalabalık
olmasa âlem birbirine girer. Mesele memurların yaptığı işte değil, onların
mevcut olmasında. Şimdi sen o tozlu odada oturdukça kendi kendine: "Benim
burada ne lüzumum var?" diyeceksin! Yanlış!.. Mademki sen bir kere hükümet
kapısından içeri adımını attın, artık lüzumlusun. Sen olmasan muhakkak bir
yerde bir aksaklık çıkar...
Bu bölümde yazılanlar üzerinden neredeyse bir
asır geçmiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir taşra kasabasında yaşananları
anlatmaktadır yazar. Şimdi bu bölümde yazılanlara dikkat edelim. Üzerinden bu
kadar zaman geçtiği halde söylenenler günümüzde de geçerli. Memurluğa bakışın
değiştiğini kim söyleyebilir ki? Bu bölümde okuyucu ne kazanabilir? O ulusun
belli bir dönemine ait zihniyeti öğrenip günümüzle kıyaslayabilir. Geçmişten
günümüze nelerin değişip nelerin değişmediğini anlamlandırabilir. Ve güzel olan
odur ki, yazar bunları karakterlerin diyaloglarına yükleyerek, akıcı ve
anlaşılır bir biçimde yapmıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Okuma sırasında bir
başka yapmamız gereken bilmediğimiz sözcüklerin anlamlarını öğrenebilmektir.
Bunun en doğru yolu, sözlükten yararlanmaktır fakat insan her saniye yanında
sözlük taşıyamayacağına ve yazar da her zaman sözcüklerin ilk anlamlarını
kullanmayacağına göre bu da kesin bir çözüm olmayacaktır. Bilmediğimiz bir
sözcükle karşılaştığımızda o sözün öncesine ve sonrasına bakmamız, sözü
anlamamıza yardımcı olabilir. Şiirde ise daha farklı yaklaşmamız gerekmektedir.
Çünkü sözcükler şiirlerde genellikle gerçek anlamlarından farklı, imgelenmiş
biçimlerde karşımıza çıkarlar:
Durup
köşe başında deliksiz dinlesem
Sana
kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar
ellerimde ufalanıyor
Ne
yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben
sana mecburum sen yoksun
Attila İlhan
Attila İlhan’ın bu ünlü şiirine
baktığımızda günlük hayatta temel anlamıyla bilmediğimiz tek bir sözcük bile
olmadığını görebiliyoruz. Ancak şair, sözcükleri temel anlamlarıyla
kullanmamıştır. Deliksiz gerçek anlamıyla üzerinde deliği olmayan demektir; ama
dinlemek sözcüğüyle bir bütün oluşturunca anlam bir anda değişmiştir. Deliksiz
dinlemek, aralık vermeden dinlemek anlamına gelmiştir. Gerçek anlamda kullanılmamış
gök olması mümkün değildir fakat şair yine burada sevgilisi için her şeyi
yapabileceğini dile getirebilmek amacıyla farklı bir söyleyişi tercih etmiştir.
Haftalar insanın elinde gerçekten de dağılabilir mi? İmkansız, değil mi?
Zamanın çok hızlı geçtiğini ve sevgiliye vuslatın bir türlü gerçekleşemediğini
anlatmaya çalışıyordur. Zaten edebiyatçıları farklı kılan da budur. Sözcüklere
dilediği gibi yön vermek, onları birer köle gibi değil de kendisine bağlı,
minnettar biricesine etkileyip değiştirmek, en önemlisi de özgün bir üslupla
bunu başarabilmektir.
Bir edebi eseri baştan da belirttiğimiz
gibi anlamak, içselleştirmek için bir tek yazı ve birkaç öneri hiçbir zaman
yeterli değildir. Dediğim noktalara dikkat etmekle başlarsak mutlaka gerisi
gelecektir. Kazanımların ne denli büyük olduğunu insan zamanla anlayacaktır. Konfüçyus’un
dediği gibi: “Sözcüklerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız.” Hakan TOKDEMİR