17 Kasım 2014 Pazartesi

SONSUZ DERMAN İÇİNDE BİÇARE

Yürüyorum… Issız bir sokak ama ben çok kalabalık hissediyorum. Sanki iğne atsan yere düşmeyecek. Yalnızlığımın içinde tepinen bir sürü insan beynimin en uç noktalarına işliyor seslerini. Yalnızlığım mı, çaresizliğim mi? Her ikisi birbirinden farklı mı ki? Neler düşünüyorum, neler saçmalıyorum gecenin üçünde. Yalnız insan çaresiz insan mıdır? Yoksa çaresiz insan mı kendini yalnız hisseder? Aslında çok dostum vardır selamımı alan, yüzüme gülümseyen, dünyamı bir anlığına da olsa aydınlatan. Gerçi dost mudur bütün bunları yapan? Bilemedim. Kafamda bin türlü soruyla yürüyorum… Köşe başında, köhne bir evin eprimiş duvarının önünde ısınmaya çalışan yaşlı bir adam… Bana bakıyor gibi, belki de konuşacak. Ama ben her şeye olduğu gibi ona da teğet geçiyorum. Kayıtsızım şu aralar her şeye, herkese. Belki başka bir gece diyorum içimden ve adımlamaya devam… İleride bir ağaç, yıllanmış belli. Hani şu ihtiyar çınar ağaçları gibi tüm azametiyle dimdik durup gelen geçeni “Ben sizler gibisini çok gördüm. Siz de kim oluyorsunuz?” diye aşağılarcasına süzen ağaçlardan. Belki öyle değil de gecenin bu vaktinde ben öyle algılıyorum. Ağacın altından geçerken bir aydınlanma yaşıyorum, sanki gün doğuyor, sanki ben doğuyorum. Kendimi hemen kaldırımın en dip köşesine atıyorum ki acısız olsun yeniden doğuşum. Her doğum gibi bu da sancılı oluyor hele ki benim gibi sürekli sorgulayan birinin yeniden doğması handiyse imkânsız.

Tamam işte, doğdum, sonunda kavuştum dünyama. Etrafım insan kaynıyor. Gözümü açtığımda ilk gördüğüm o yaşsız ağaçtı. Başımı hafif çevirdiğimde hayatın içinde olduğumu anladım. Kimse beni fark etmiyor, herkes umursamadan yoluna devam ediyordu. Evet, yeniden doğmuştum. Yeni yüzyıl böyleydi: Kalabalıklar içinde yalnız, sonsuz derman ummanında biçare. Hakan TOKDEMİR

16 Kasım 2014 Pazar

YAŞATAN BİR ÖĞRETMEN

Hâlâ idealist ve öğrencilerine yaşamı sorumluluk aldırarak öğretmeye çalışan öğretmenlerin olduğuna dair umudu korumamızı sağlayan, muhteşem bir yapıt. Ölü Ozanlar Derneği’nden beri gördüğüm en iyi öğretmen karakteri. Sözünü ettiğim kitap, Rob Buyea’nın Altın Kitaplar’dan Eda Aksan çevirisiyle yayımlanan, “Sınıftan Yükselen Sesler” adlı kitabı.
Küçük bir kasabada 5. sınıfların yeni öğretmeni olarak göreve başlayan Bay Terupt’un öğrencileri üzerinde kısa sürede yarattığı etkiyi ve onlara kattıklarını ele alan kitap, kendilerine ayrılan bölümlerde sırasıyla her öğrencinin kendi ağzından yaşadıklarını anlatması bakımından da inandırıcı ve özgün bir nitelik taşıyor. Böylelikle okur yaşananları farklı bakış açılarıyla görme olanağı buluyor. Ayrıca kitap ay ay bölümlere ayrılmış ve bir öğretim yılında baştan sona neler yaşandığı net biçimce ortaya konmuş.
Okulu bir kabus gibi gören Jeffrey, içe kapanık Danielle, yaramaz Peter, zeki ve çalışkan Luke, sakin Jessica, yaşından büyük hareketleriyle çevresindekileri yönetmeye çalışan Alexia ve diğerleri… Hepsinin kendi içinde yaşadığı, bazılarının geç yaşlarda bile baş etmekte zorlanabileceği sorunları var. Ve bir gün bir öğretmen bu sınıfa geliyor ve ilk andan itibaren elindeki sihirli değneğin etkisi hissedilmeye başlanıyor. Bay Terupt yaşayarak öğrenme metodunu bütün alanlarda kullanıp öğrencilerin sorumluluk almasını ve hatalarını da kendilerinin görmesini sağlamaya çalışıyor. Her öğrenciye farklı yaklaşımlarda bulunarak başta kendisine ön yargısı olanları da kazanmaya başlıyor. Tabii ki bunda, çocuklarla bir gün karda oynarken Peter’ın başka bir arkadaşına attığı kartopuyla aldığı darbe sonucu komaya girmesinin etkisi de yadsınamaz. Bu, yani öğretmenin beyin sarsıntısı geçirip uzun süre hastanede komada kalması, kitabın seyrini en çok değiştiren durum ve bunun sonucunda bazı öğrenciler kendilerini sorgulamaya ve hatalarıyla daha çok yüzleşmeye başlıyor.
Yazarın inandırıcılığında kendisinin de bir dönem öğretmenlik yapmasının büyük payı olduğu kesin ancak biliyoruz ki öğretmenlik yapan herkes edebi bir yapıt oluşturamıyor ve ne yazık ki bir Bay Terupt olamıyor.
Öğretmenler olarak çoğumuz günlük telaşla bazı değerleri atlıyor, yetiştirilmesi gereken konuları vermek için çırpınıyoruz. Evet, sistemin bizden beklediği ezberci, çok sorgulamayan, düşünmekten çok sunulanlardan birini seçmesi istenen öğrenciler yetiştirmek olabilir ama en önemlisi ve en zoru da sorgulayan, yaparak, yaşayarak öğrenen öğrenciler yetiştirmek. Ayla Algan’ın da dediği gibi: “Sorusu olmayan insanlar, her zaman korkutur beni.”
Bu kitabı salt öğretmenlerin değil herkesin okuması ve farklı bakış açılarının değerini anlaması dileğiyle. Hakan TOKDEMİR