14 Temmuz 2020 Salı

FARKLI BİR MEKÂNDA OKUMAYA NE DERSİNİZ?


Sloven düşünür Slavoj Zizek’in “Hikâyelerini bilmediklerimizdir, en çok düşman olduklarımız.” sözüne bir kez daha hak veriyorum sevgili Yunus Bekir Yurdakul’un Mart 2020’de Pagos Yayınları’ndan basılan son kitabı Üçüncü Mekân Esintileri’ni okurken. İnsanları tanımadan, yaşadıkları hakkında en küçük bir bilgi sahibi olmadan ne de kolay yaftaladığımız aklıma geliyor birden. Acaba öykülerini bilsek yine aynı düşünür müyüz diye soruyorum kendime. Bence çoğumuz fikrini değiştirirdi. Gelelim kitabımıza. Öncelikle, nedir üçüncü mekân? Yurdakul’un da yapıtında belirttiği üzere kent toplumbilimcisi Ray Oldenburg’un ortaya attığı bir kavram. Teknolojinin egemen olduğu çağımızda evden işe, işten eve koşturan insanların soluklanabileceği farklı alanlar demekmiş. Yurdakul çoğunlukla kendi anılarına, bazen de yakın dostlarının anlattıklarına dayanarak bize yaşamın içinden kısa ama sımsıcak öyküler sunuyor. Öyküleri okurken vaktin nasıl geçtiğini insan anlayamıyor bile. Kâh düşündürürken gülümseten kâh hüzünlendiren anılar insanı içtenliğiyle sımsıkı sarıyor ve kitap bitsin istemiyorsunuz. Yurdakul anıları “Bir Gün, Yolculuk Halleri, Hayat, Okul Dersleri, Bir Gün… Bir Kitapçıda, Niye Erken Ölmüş ki Bunlar, Dilini Denk Al, Eğrisi Doğrusu, İki Düşün, Halk Dersleri, Çay İçin”  adlı ana başlıklar altında sunmuş okura. En önemlisi de emeğe saygıyı sözde bırakmayan bir yazın insanı olması Yurdakul’un. Alıntılarını tek tek belirtip kitabın sonuna da adlar dizini oluşturması da bunun göstergesi. Bu salgın döneminde yüzünüzü gülümseten, bir solukta okuyup bir ömür anımsayacağınız bir yapıt isterseniz alın Üçüncü Mekân Esintileri’ni, kendi üçüncü mekânınızda keyifle okuyun.
“Üçüncü Mekân Esintileri”, Yunus Bekir Yurdakul, anlatı, Pagos Yayınları, Mart 2020, İzmir.


31 Mayıs 2020 Pazar

KÜÇÜK, YEŞİL AMA PİS Mİ GERÇEKTEN?


Pis olan küçük yeşil böcek mi yoksa doğadan gitgide uzaklaşarak “temiz” kavramına başka anlamlar yükleyen kent insanı mı? Kitabı bir solukta okuyunca aklıma ilk gelen bu soru oldu. Hiç kimseye zararı olmayan bir böceğin bir metroda, aslında hiç olmaması gereken yerde, çevresindekileri kaygılandırmasına çok şaşıran ben başladım sorgulamaya.
Füsun Çetinel, Günışığı Kitaplığı’ndan yayımlanan son yapıtı “Küçük Pis Yeşil Böcek”te babası küçük yaşta şehit düşen ve annesiyle birlikte memleketinden kalkıp amcasının desteğiyle İstanbul’a yerleşmek zorunda kalıp metroda okul harçlığını çıkarmak için mendil satan kendi küçük, kalbi büyük Aziz’in hayatından kısa bir kesiti ele alıyor. Yine çok samimi, yine içimizi burkan bir öykü. Edebiyatta novella adı verilen türe yakın yapıt, kısa olmasına karşın o kadar çok şeyi sorgulatıyor ki okura. Savaştan etkilenen bireyler, çarpık kentleşme, dostluk, çocuk işçiler, bir öğretmenin çocuğa etkisi ve bunun gibi birçok önemli kavramı öğretici bir üslupla değil de yapıtın içine ustalıkla yerleştirerek okurun içten içe bir sorgulamaya girmesini sağlıyor Çetinel.
Yapıt, çocuk kitabı olarak nitelendirilse de yetişkinlerin de okuyup üzerinde düşünmesini, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakıyoruz diye kendileriyle hesaplaşmalarını sağlaması adına her yaşa seslenen bir edebi değer. Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi umuttan da asla vazgeçilmiyor ve ne olursa olsun hayat yaşamaya değer deniyor. Böceklere ön yargıyla yaklaşmadan sorun kendinize iğrenç olan o mu, yoksa...
“Küçük Pis Yeşil Böcek”, Füsun Çetinel, roman, Günışığı Kitaplığı, 2019, İstanbul

5 Mayıs 2020 Salı

ANNEMSİZ İLK ANNELER GÜNÜM



Şöyle bir bakıyorum da takvime, bir hafta kalmış sensiz ilk anneler günüme. O kadar çok özledim ve hala özlemeye devam ediyorum ki sözcüklerle anlatmam imkansız. Yine de yılmadan deniyorum anlatmayı. Bu zaman yapısı bana İngilizcedeki perfect tense’i anımsatıyor, birden gülüyorum kendime. Yine kafamı dağıtmak için zihnimde oyunlar döndürüyorum işte. En iyi sen bilirsin beni annem. Neye üzüldüğümü, neye kızdığımı ve neyle mutlu olduğumu hep sen anlarsın. Bak yine perfect tense’e devam ediyorum çünkü sevmek eylemi bir anda olup bitmiyor ki, başlayıp bir ömür boyu, sevdiğin insan göçse de bu dünyadan devam ediyor işte.
Ne diyordum? Evet, yalnız senin anladığını söylüyordum. O kadar zor ki sensizlik… Anlaşamadığımız çok zaman olurdu ama şimdi onlar bile uzaktan gülümsüyor bana. Karanlık bir tünelde rüzgardan sık sık sönen mumlarla arıyor gibiyim o anları bile. Ah annem, her ölüm erkendir ama insanın annesi söz konusu olunca her yaş çok erken oluyormuş be annem.
Terk-i diyarından hemen öncesine gidiyorum, bu sefer elimde güçlü pillerle çalışan bir fener. Hastanede yatıyorum. Hareketsiz halde yatmak zorunda olduğum o 3 gün boyunca ne istesem o, yılların yorduğu bedenin ve yıpranmış zihninle elinden geldiğinin fazlasını deneyerek yapmaya çalışıyorsun. Ben sana kıyamıyorum, sen bana dayanamıyorsun. Son atışlarını zorlukla yapan kalbine, geçirdiğin onlarca ameliyata rağmen koca bir hafta sandalyenin üstünde yarı uykulu yarı uykusuz halde bana kuş gibi bakmaya çalışıyorsun. Geceleri ara ara kalkıp bir isteğim olup olmadığını sorarken bir şey istesem de söyleyemiyorum. Sen yanımdasın ya, yeter diyorum.
Derken taburcu oluyoruz. 3 hafta evde istirahat ederken her fırsatta o yorgun kalbinle gelip beni görmeye çalışıyorsun. Bense farkında değilim bu kadar yorulduğunun ya da kabullenmek istemiyorum. Her zamanki gibi annem güçlüdür, atlatır diyorum. Şimdi düşünüyorum da gerçekten halsizdin, sanki bezmiştin yaşamaktan. O kadar hassastın, o kadar üzüldün, o kadar yıpratıldın ki…  Bir doktora gitmeni söylüyorum çünkü ben götüremiyorum hastalığımdan dolayı. Hep erteliyorsun, oğlum sen iyi ol ben de olurum, sen beni düşünme diyorsun. En sonunda ısrarlarıma dayanamayarak gidiyorsun.
O melun vedaya bir hafta kala, oğlum, tam teşekküllü bir hastaneye gitmem gerekiyormuş, anjiyoyla bakmaları lazımmış, diyorsun. Ben elimden bir şey gelmediği için deliriyorum ve seni ömrümde son kez kırıyorum. Hayata isyanımı sana yansıtarak rahatlayacağımı düşünüyorum, anlık rahatlama yine. Sonrasında pişman olup hemen doktor, hastane arıyorum.
Bayramdan 4 gün önce, 7 Ağustos günü, hiç unutmuyorum, asla da unutamayacağım günlerden biri, hastaneye gidiyoruz ve doktor normalde çok yoğunluk olduğunu ama şansımıza (ki nasıl bir şans olduğunu sonradan anlayacağım) bayram öncesi cuma, yani 2 gün sonra anjiyoya gün verebileceğini söylüyor. Zaten çok kolay bir işlem, damarların durumuna bakılacak, çok büyük bir sorun yoksa aynı gün taburcu olursunuz, eğer çok tıkanıklık varsa heyet bypass ameliyatı için karar verecek diyor genç ve yardımsever doktor. Seviniyoruz. Bir an önce olacak ve kurtulacak…
9 Ağustos 2019 Cuma. Sabahın erken saatleri. Annemi evinden almaya gidiyorum. Biraz uykusuz, anlıyorum ki gece uyumamış heyecandan. Nasılsa eve hemen döneceğiz diye sadece kırmızı el çantasını almış. Oğlum diyor, ilk defa çok korkuyorum. Kaç ameliyat geçirdim, hiç böyle hissetmedim. Normal anne, üzülme diyorum. İnsan yaşlandıkça daha hassas oluyor. Bak, ben yanındayım, artık torunun da var, her şey çok güzel olacak.
Hastaneye varınca annemi indirip arabayı park ediyorum. Koşa koşa yanına gidiyorum. Oturuyoruz ve oğlum, bana Öykü’mün yeni fotoğrafı varsa gösterir misin, diyor. Anne diyorum zaten hepsini gönderiyorum. Gülüyoruz. Olsun diyor, ben aynı videolarına ve fotoğraflarına defalarca bakıyorum, o beni çok mutlu ediyor ve ekliyor: “Keşke ameliyathanede onun fotoğraflarını yansıtsalar da ameliyatta moral olsa.” Birlikte bahçedeyiz. Sabah olmasına rağmen sıcak ve bunaltıcı bir hava. Bir ağacın gölgesindeki bankta birlikte son oturuşumuz olduğunu bilmeden oturuyoruz.
Haydi anne, girelim içeri diyorum. Koluma giriyor. Son zamanlarda zor nefes aldığı için kısacık mesafelerde bile dinlenmek zorunda. Servise, bize söylenen yere çıkıyoruz. Bir hasta bakıcı geliyor. Bizimle birlikte 4 hasta daha var anjiyo için gelen. Daracık bir odanın kapısında bekliyoruz serviste. Hasta bakıcı hepimize ameliyat giysilerimizi veriyor. Herkes sırayla o dar odaya girip giyinecek. Sıra bize gelince ben de giriyorum annemle. Gülerek giyiniyor annem, daha doğrusu ben güldürmek için elimden geleni yapıyorum, ben de çantasına çıkardıklarını koyuyorum.
İşimiz bitince çıkıyoruz. Herkes hazır. Ölüme yolculuk başlasın. Tüm hastaları tekerlekli sandalyelere bindiriyor hasta bakıcımız. Asansörün kapısında bekliyoruz. Annem sandalyede, ben elini tutuyorum ve onu yaşarken son kez öpüyorum. Onun bana son sözleri aklımdan çıkmıyor ve çıkmayacak da: “Oğlum, sen şimdi bir şey yemezsin, bak benim ne zaman çıkacağım belli değil, aç aç gezme. Yemezsen üzülürüm. Şimdi aşağı in ve benim için de bir şeyler ye.”
Dediğini dinleyip aşağı iniyorum ama yemek yemek ne mümkün! Yanımda her zamanki gibi kitabım var ama okuyamıyorum bir türlü. Zaman geçmek bilmiyor. İyileşince annemi sigarayı bırakma polikliniğine götürmeye karar verip internetten araştırıyorum. Annem bu hastalığı da atlatacak ve daha sağlıklı olması için elimden geleni yapacağım. Yaklaşık 2 saat sonra servise gidip soruyorum. Sizi arıyorlardı, anneniz başka (b)ölüme sevk edildi diyor yetkili ama beni kimse aramamıştı ki! Hemen koşuyorum, soruyorum annemi başka bir binada. Bekleyin, doktor gelip sizi bilgilendirecek yanıtıyla karşılaşıyorum. Ne bilgisi ya??? Hani 1 2 saate çıkacaktı? Dakikalar geçmek bilmiyor. Derken 2 doktor geliyor ve her şeye hazırlıklı olun anlamına gelecek bir şeyler söylüyor. Hayatında her şeyi planlı yaşayıp her şeye hazırlıklı olduğunu sanan ben yıkılıyorum. Ne demek şimdi bu diye soruyorum. Annemin ana damarı tıkanmış ve açmaya çalışırlarken kalp krizi geçirmiş, geri döndürmüşler, makineye bağlamışlar ve hemen bypassa almışlar. Vücudunun kaldıramayabileceğini söylüyor doktorlar. “Nasıl yani? Annem çok güçlüdür benim. Lütfen iyi bir şeyler söyleyin.”
Sözcükler boğazımda düğümleniyor. Çaresizim. Beklemekten başka hiçbir seçeneğim yok. Art arda içilen sigaralar, boş boş bakmalar, bir ağlayıp bir susmalar, anlamını bilmediğim dualar… Hepsini yaşıyorum sırasıyla. Bir süre sonra doktorlar yine bilgi vermeye geliyor. Durumu çok kritik, elimizden geleni yapıyoruz ama kalbi çok yıpranmış, hazır olun, diyorlar yine. Nasıl hazır olayım ki? Neye hazır olayım ki? O benim annem. Babamla ayrıldıktan sonra neredeyse çeyrek asırdır en yakınım, canım, her şeyde yan yana olduğum. Nasıl hazırlanılır, biri bana söylesin.
Defalarca bilgilendirildikten sonra hayatımın en acı haberi geliyor. Hazırlanırken -ki nasıl hazırlanılacağını hâlâ bilmiyorum- tükettiğimi sandığım gözyaşlarım yeniden çağlamaya başlıyor. O gitti. Hiç beklemediğim bir anda, 58 yaşındayken dayanamadı hayatın ona sunduğu sıkıntılara kalbi. Gitti o, ne yazık ki gelmeyecek.
Hayatın acı gerçekleri… İşlemler başlıyor. Saat akşamüstü 6’ya geliyor. Ertesi gün arife. Hemen halledilmesi gerekli işlerin. Morga doğru ilerliyorum. Yılın en sıcak döneminde içim üşüyor, biliyorum ki morgdan değil, içindeki meleğimden. Görevliler sedyede sarılı olan bedenini açıyorlar, annemin yüzünde yarım kalmış bir tebessüm. Çektiği acılar tamamlatmamış gülüşünü. Sarılıyor, doyasıya öpüyorum. Daha sıcaklığını kaybetmemiş, zaten benim için sonsuza kadar sıcacık kalacak o.
10 Ağustos 2020 Cumartesi. Sabahın erken saatleri… Tepecik’te yıkama alanındayım. Kadınların işi bitince beni içeri çağırıyorlar. Annemin bedenini son görüşüm. Son kez sarılıyor, yanaklarından öpüyorum. Biraz daha soğuk düne göre diyorlar ama bana hep aynı sıcaklık. Beyazlar içinde huzurla uyuyor. Ömründe ne annesinden, ne babasından, ne kocasından ne de güvenip her şeyini verdiği insanlardan yana gülemeyen o biricik kadın, kimsenin artık kendisine zarar veremeyeceğinden emin bir şekilde uzanıyor.
Ölünce beni annemin üzerine defnedin derdi hep. İşte istediğin oldu annem. Kavuştun sonunda annene. Mezarlıkta bir yığın insan akıllarında birbirinden farklı düşüncelerle bana destek olmak için bekliyor. Benimse aklımda tek gerçek: Artık annem yok. Bol bol toprak atıyorum, attıkça onu daha da uzaklaştırıyorum sanki kendimden. Sonunda üstünü örtüyor ve uzaklaşıyoruz. İşte bu kadar basit.  1 2 saat içinde işlem tamam. İnanmak istiyorum öbür tarafın varlığına, hak ettiği mutluluğa sonunda erişmesi için. Yapabileceğim başka da bir şey yok ki…
9 ay geçmiş şöyle dönüp de bir bakınca. O melun günden beri ona sevgim, özlemim hiç azalmadı, aksine yokluğu gün geçtikçe daha da yaralıyor içimi. O gün hastanede üzerinden çıkarıp benim kendi ellerimle koyduğum giysilerinin olduğu kırmızı çantası hâlâ arabamın bagajında. Annem kokan giysileriyle her yere taşıdığı bulmacaları, sigarası hem de yedeğiyle, kalemi, ıslak mendilleri ve rutin ilaçları… Arabaya her binişimde, onu her özlediğimde açıyorum çantayı ve derin derin içime çekiyorum onun burnumdan hiç gitmeyecek kokusunu. Çantayı bagajdan çıkarmayı hiç istemiyorum. Sanki çıkarır da eve getirirsem veya başka bir yere götürürsem annemin kokusu sonsuza dek o çantadan gidecek gibi geliyor. Ömrüm yettiğince saklayacağım annem senden son yadigârı.
Ara ara telefonunu açıyor, Facebook hesabına bakıyorum. Whatsappta yazışmalarımıza ve gönderdiğim fotoğraflara, videolara. Öykü’mün hiçbir fotoğrafı ve videosu silinmemiş. Hep derdim, annem telefonun şişecek, benzer fotoğraflarını sil diye ama oğlum, derdi, ben hiçbirine kıyamıyorum, kalsın hepsi, ben tekrar tekrar bakıyorum. Bana bir keresinde oğlum kızma ama senden fazla seveceğim biri olacağına hiç inanmazdım ama torun sevgisi bir başkaymış, demişti. Hiç kızmamıştım aksine çok sevinmiştim. Çok kısa zamanda başköşesine koymuştu torununu. Her konuşmamızda, her yazışmamızda ilk onu sorardı bana. Öykü’mü her gördüğünde gözlerinin içi parlardı hiç parlamadığı kadar. Hele Öykü babaannem dediğinde bir daha de yavrum deyip dururdu. Sımsıkı sarılır, doyasıya öperdi. Öykü’m de kısa sürede sevmişti sonsuzluğa uğurladığımız babaannesini. Şimdi babaannesinin kuş olup gittiğini söylüyor.
Çok severdi İnciraltı’ndaki Martı adlı balıkçıyı. İstediğin bir yer var mı annem diye sorduğumda hep orayı söylerdi. Deniz kenarında da masaları olan, salaş bir balık ekmekçi. Çok mutlu olurdu orada. Keyifle yemeğini yer, etrafı seyrederdi. O günden beri hiç gidemedi ayaklarım o taraflara. Sanki masada benim siparişlerimizi almamı bekliyor olacak gibi geliyor ve buna hazır değilim daha. Sen olmasan ben ne yaparım oğlum, inan 5 kız evladına değişmem seni, derdi. Allah senin yüzünü hep güldürsün diye dualar ederdi. Fazlasıyla düşkündü bana, bazılarının anlayamayacağı kadar çok hem de. Tek ben kalmıştım hayatında koşulsuz şartsız destek olan, nasıl düşkün olmasındı? Ben de çok kızardım son yıllarda tek başına ayakta duramamasına ama acıları en iyi yaşayanların kendileri bilir. Annem pes etmişti, direnecek gücü kalmamıştı. Bazıları sonuna kadar savaşır ama annem tükenmişti. Şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanları yargılamadan empati yapmak gerekir. Empatiyi ben annemden öğrendim. Bana çok acı verse de vicdanen her zaman rahatlattı beni başkalarının yerine geçip düşünebilmek.
“Seni dünyada koşulsuz seven tek varlık annedir; diğer insanlar seni ‘çünkü’lerle sever, anne ise ‘rağmen’lerle.” sözü geliyor aklıma her sıkıntımda. Ne kadar doğruymuş. İnsan yaşadıkça daha çok anlıyor. Hiç kimsenin samimi olduğuna inanamıyorum artık çocuklar dışında. Bir tek onlar masum, çıkarsız ve hesapsız.
Öte yandan olgunlaşıyorum da bu meyanda. Derlerdi de hiç anlayamazdım anneni kaybedince başka biri olursun diye. Başka biri olduğum kesin de iyi mi, kötü mü zaman gösterecek.
Annemsiz ilk anneler gününe yaklaştığım şu günlerde tek emin olduğum, Özdemir Asaf’a atfedilen: “Ne cenneti merak ediyorum ne de cehennemi çünkü ben annemi gülerken de gördüm, ağlarken de!” sözünün doğruluğu. Huzur içinde uyu güzel kızımın biricik babaannesi, annelerin en güzeli. Seni her zaman sevgi ve saygıyla anmaya devam edeceğim.








25 Nisan 2020 Cumartesi

AYAKTAKİ BAKIŞ


Erkenden düşmüştük yola. Elimizde su mataralarımız, sırtımızda devasa çantalar… Evin kapısını çektiğimde karanlık hüküm sürüyordu, şimdiyse güneş bize ağaçların ardından göz kırpıyordu adeta. Bir ah sesiyle her zamanki yürdüşlerimden(yürürken düşündüklerim) aymak zorunda kaldım. Ceyda, acı dolu bir ifadeyle yol üstündeki kayalardan birine oturmuş inliyordu. “Ne oldu canım?” dememe kalmadı bağırmaya başladı. Alışık olmadığım bir durumdu, hem meraklanmış hem de gerilmeye başlamıştım. “Adi herif, zaten hep yaptığın düşünmek. Biraz da beni düşünsen ya!” Bu sözleri duyunca istemsizce geri çekildim. “İyi ki önünde yürüyorum. Bir de tam tersi olsa ölsem fark etmeyeceksin.” Bu kadarı fazlaydı ama sonuçta bir kadın acı çekiyordu ve öncelik acısıydı. “Dur bir bakayım, neren acıyor?” Ayak bileğinde ufak bir yarık açılmıştı ama buna neden olan neyse görünürde yoktu. İvedilikle çantamdan ilkyardım malzemelerini çıkarıp pansuman yaptım. Siniri biraz azalmış gibiydi.
Ceyda’yla geçen kış bir eğitim seminerinde tanışmıştık. Sunumumun bitiminde yanıma gelerek sunumumu alıp alamayacağını sormuştu. Ben de bu tür etkinliklerin paylaşma amacıyla düzenlendiklerini düşünen biri olarak, tabii ki de alabilirsiniz deyip göndermek üzere e-posta adresini almıştım. İlk bakışta çok dikkat çeken biri değildi. Uzun, düz siyah saçlar, koyu renk gözleri ve tavşan dişleriyle pek de sıra dışı değildi. Eve gider gitmez sunumu yolladım diğer isteyen birkaç kişiyle birlikte Ceyda’ya da.  2 gün sonra teşekkür yanıtıyla birlikte sunumum hakkında yorumlarını iliştirdiği bir posta düştü kutuma. Çok yapıcı eleştirilerle olabildiğince nesnel değerlendirmelerini paylaşıyordu. Etkilenmedim desem yalan olacak. Ben de yazmaya başladım ve yaza yaza yazgımızda yer açtık birlikte oluşturacağımız sayfalara.
Sanki az önce deliren kadın gitmişti, yerine yine eski bildik Ceyda gelmişti. Teşekkür ederim canım diyerek yerinden doğruldu ve yola devam… Belki o eskiye dönmüştü ama ben eski ben olacak mıydım? Yürdüşlerime yeni bir konu eklenmişti: Ne olacak bizim halimiz? Epeydir hayatımda olan birinin ilk defa böyle bir tepki vermesi kalelerimi sallamaya yetmişti. Kaleler kumdan olsa çoktan yıkılacaktı da ona hislerim ve güvenim hiç kimseye duymadığım şekildeydi. Kafamda deli sorularla dağ evine ulaşmıştık. Burası 3 günlüğüne kalacağımız, internetten kiraladığım alelade bir oda, banyo ve mutfağa sahip bir evdi. İçeri girdiğimizde açlıktan ölmek üzereydim. Ceyda kapıyı kapattı ve üzerimdeki ceketi çıkarmaya yeltendi. O da acıkmıştı ama acıkılanlar epey farklıydı hayatımızda. Bense ona yine karşı koyamamıştım. Daha evi tanıma fırsatı bulamadan birbirimizin daha önce keşfedemediğimiz güzellikleriyle ilgilenmek durumunda kalmıştık. O kadar iyiydi ki yoldaki sinir harbini unutmuştum bir süreliğine ama ancak bir süreliğine.
Yemekten sonra şöminenin başında, üzerinde yıllar yılı yaşananlardan bir hayli yorgun düştüğü oldukça belirgin olan kilimin üzerinde çantamızda yol boyunca tüm olumsuzluklara karşın kırıp dökmeden taşımayı başardığımız şarabımızı içiyorduk. “Sen bugün neye dönüştün?” dedim bir anda. Afallamıştı. Belki bir dakikaya yakın sessizce pencereye daldı gözleri. Daldığı yerden aniden çıkıp: “Sana söylemem gereken bir şey var. Artık gizleyemem ki zaten gizledikçe suçluluk hissediyorum.” dedi.  Bir heyecan sarmıştı tüm benliğimi. Acaba benden neyi gizliyordu? Ölümcül bir hastalığı mı vardı yoksa?.. Yoksa uzaydan gelen bir yaratık mıydı? Saçma sapan düşünceler yayından fırlayan ok misali hızla beynimden geçiyordu ama hedefi bir türlü tutturamıyordu. Geçen yıl benimle tanışmadan kısa bir süre önce babası bir cinayete kurban gitmişti ve henüz 50’sinde bile yoktu. Asılsız düşüncelerimden mahcup olmuştum ama bozuntuya vermemeye çalışıyordum. Anlattıkça sinirleniyor, ayağa kalkıp öfkeyle dolanıyor; öfkeyle dolandıkça rahatlıyordu. Gelgitleri başlamıştı ve Ceyda’da hiç görmediğim şeylerdi bunlar. Bir saate yakın bu böyle devam etti. Yine eski, tanıdık halindeydi. Sanki açma-kapama düğmesiyle tepki veren bir oyuncak gibi olması garibime gitmişti. Şaşkın şaşkın izlemiştim başlarda ama bir süre sonra gözüm ve aklım alışmaya başlamıştı.
Klasik bir hikâyeydi, acıklı ama klasik. Rahmetli tefecilerden borç almak zorunda kalmış ve ne yazık ki işleri hesapladığı gibi gitmeyince zamanında ödeyememişti. Ceyda söylediğine göre babasına çok düşkündü ve küçük yaşta annesini kaybettiği için hayattaki tek dayanağı da rahmetliydi. Ne söylesem boştu, biliyordum; hiçbir söz bir yılın dindiremediği ve belki bir ömrün bile dindirmeye yetmeyeceği acıları dindiremezdi. Ne yazık ki sözler bu durumlarda çaresizdi. Edebiyat parçalamanın kralı olduğumu düşünen biri olan benim içim parçalanıyordu, edebiyat yırtmıştı ve kurtarmaya gücü yetmemişti. Sustum, sustu, birlikte sustuk. İçsel çığlıklarımız yankılanırken ağzımızdan bir kelime dahi çıkmadı. Sustum, sustu, birlikte sustuk. Sanki sessiz bir anlaşma yapılmıştı sözcüksüzlük üzerine.
Gecenin bir yarısı aniden gözümü açtım. Ayakta bana bakıyor ve “Özür dilerim. Özür dilerim. Senin hiç günahın yok.” diye sayıklıyordu. Gözümü kapattım, dedim içimden bu bir rüya. Soğuk bir el omzuma dokundu. Hayır, rüya falan değildi. Ceyda başımdaydı ve sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu. Sersem gibiydim, şarabın etkisi devam ediyordu. Nasıl olduysa gözüm diğer elindeki bıçağa kaydı. Zaten son hatırladığım da bu.
Cezaevinin boş koridorunda volta atıyor, sonra dönüp birkaç satır karalıyorum kaderimle tezat beyaz defterime. Gerçekten de hiç suçum yok, kader kurbanıyım. Yürdüşlerimi dinlemedim ve bu hale geldim diye kızıyorum kendime. Nefsi müdafaa dedim ama dinletemedim. Yok efenim akıllı uslu kadın bana niye bıçak çeksinmiş, yok efenim ben bir bıçak çekilmesiyle ölecek biri miymişim… Zaten ölmedim, yaşıyorum. Yaşıyorum, yaşıyorum, yaşamaksa bu…


SANATIN YAPICI VE BİRLEŞTİRİCİ GÜCÜ


“46 kromozomlu bizler tek işaret bile öğrenememiştik. Can’sa 47 kromozomla dünyayı güzelleştiriyor.” Down sendromuna ilişkin böyle yapıcı bir cümleyi, çocuk ve gençlik yazınımızın güçlü kalemlerinden Sevgi Saygı’nın son kitabında başkarakterlerden biri dillendiriyor. Sinema ve tiyatro deneyiminin yapıtın tüm kurgusuna yansıdığını hemen ilk sayfalardan anlıyorsunuz. Uçan Halı Tiyatro Topluluğu’nun üyeleri olan Fırat ve ailesinin diğer tiyatrocu ailelerle birlikte her yaz başında olduğu gibi turne otobüsüne doluşup çeşitli kentlerde oyunlar sergilemek üzere yola koyuluşlarını ve başlarına gelen beklenmedik olayları sürükleyici bir anlatımla ele alan İzmirli yazar, sanatın birleştirici gücünden çocukların dijital alışkanlıklarına kadar pek çok güncel konuyu ustalıkla ele alıyor.
Turne Dedektifleri”, Sevgi Saygı, roman, Günışığı Kitaplığı, Ekim 2019, İstanbul


HAYDİ, YANIĞI BULMAYA!


Aşk, intikam, kaçış, nefret, siyaset, darbe, suç… Hayatımızı doğrudan etkileyen tüm kavramlara ustalıkla yer vermiş son kitabı “Yanığı Bulmak”ta İzmirli yazar Gülce Başer. 2015 yılında “Bir Ceset Bir Söz” kitabıyla Dünya Kitap dergisi tarafından Altın Sayfa Polisiye Edebiyat Ödülü ile onurlandırılan çok yönlü yazarın ikinci polisiye kitabı ilkinin devamı olarak düşünüleceği gibi bağımsız bir eser olarak da okunabiliyor. Toplumsal konuları dışlamadan da polisiye türünde nitelikli eser verilebileceğini bu kitabıyla da kanıtlıyor Başer. Tutkular, politik oyunlar, resmi kurumlara sızan suç örgütleri, darbeler ve denemeleri öyle dengeli harmanlanmış ki hiçbiri gözümüze batmıyor. Son sayfasına kadar sürüklenerek okunacak bir yapıt arayanlar için adeta kaçırılmayacak bir fırsat. Haydi, zaman kaybetmeden Yanığı Bulalım.
“Yanığı Bulmak”, Gülce Başer, roman, Mylos Kitap, Ocak 2020, İstanbul

21 Ocak 2020 Salı

NOHUT ODA, BAKLA SOFADAN GENİŞ MUTLULUKLARA


‘Güzel kadın şu Leia’ diyorum. ‘Çok’ diyor. ‘Hiç yaşlanmıyor.’ ‘Ölmüyor da.’
Aralarında bir sır varmışçasına gülümseyerek Leia’ya bakıyor. Benim oradaki varlığımı yok sayan bir bakış bu. ‘Herkes gider, Leia kalır. O yarı yolda bırakmaz.’ ‘Ben seni yarı yolda bırakmadım ki Selim, yol bitti.’
” (“Son Bir Çay”, Melisa Kesmez)

Hani bazen bir duyguyu ifade etmek istersiniz de söyleyecek söz bulamazsınız ya, işte Melisa Kesmez o durumda denebilecek en güzel sözleri bağlama oturtmayı çok iyi başarmış hem de tadını kaçırmadan, okuma keyfimizi azaltmadan. Gereksiz betimlemeler gördüğünde kitaptan soğuyan ben, bu öyküleri dönüp dönüp tadını çıkara çıkara yeniden okudum, zihnimde canlandırdım, o hazzın bitmesini hiç istemedim.
İlk öykü “Kalanlar”, gerçekten de bile isteye kalanları anlatıyor, bir terk ediliş öyküsü gibi görünse de kalmayı bile bile kabullenenlerin öyküsü. Zor olacağını bile bile, acıdan telef olacağı garanti görünse de kalanların öyküsü. Şairin, “Aslında giden değil/ Kalandır terk eden/ Giden de/ Bu yüzden gitmiştir zaten1 dizeleri geliveriyor hemen aklıma. Kaç kişiyi terk ettim, kaç kişi benden gitti? Sorguluyorum tüm vazgeçişlerimi, beklentilerimi ama beklememem gerekenleri… Başarıyor bunu Kesmez, hem de gözüme sokmadan. Kendi içime dönüyorum, sindirmeye çalışıyorum edebi kaygıdan uzak ama bir o kadar da edepli betimlemeleri. “O da gittikten bir süre sonra kendimi ormanını yitirmiş bir ağaç gibi hissetmeye başladım, çölün ortasında tek başına bir tenere ağacı, bir ormanın son üyesi.
Hepimiz böyle hissetmez miyiz çoğu zaman? Hangimiz yalnızlığı kendimiz seçtiğimizde dahi bir süre bu duyguyu yaşamayız? (Tenere ağacının hazin öyküsünü de okumanızı öneririm.) Ben de “Kalanlar” bittiğinde size garip gelebilir ama bir anlığına tenereye döndüm. İyi ki devamı vardı.
Büyük bir merakla ve hevesle geçtim ikinci öykü “Son Bir Çay”a. Okudukça kendi hayatımla bağdaştırdım, bağdaştırdıkça öykü benim öyküm oldu, Selim ise ben oldum. Ne tanıdık bir durum ama bir o kadar da dışarıdan bakış, içe dönüş. Bir adamın annesi olmayı kabullenmeyen bir kadın, annesi ölene kadar her kadında anneyi arayan, bağımlı bir adam. Ben de benzerini yaşadım diyorum, ben de annem ölene kadar savunmasız bir çocuktum, o eşsiz acıdan sonra olgunlaştım. Her insan annesi ölene kadar çocuktur derler ama bazıları bebektir demeyi ihmal ederler. İşte, Kesmez’in en güçlü özelliği de günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız bunun gibi durumları ağdadan uzak üslubuyla iliğimize kadar geçirmesi.
Üçüncü öyküye hazırım artık. Tüm sırlarımı soyunup son bir çay koyuyorum kendime ve başlıyorum “Annemin Çadırı”na. Bu kitapta öyküler birbirinden farklı görünüyor ama okudukça anlıyorum ki hepsi bir bütünü oluşturuyor. Şimdi sırada evliliğinde mutlu olmayan bir annenin deprem korkusunu bahane edip apartmanının karşısındaki çadırda yaşamaya devam etmesini anlatan bir öykü var. “Annemle babamı alıp uçsuz bucaksız bir çöle koysak zıt yönlerde yürüyeceklerine emindim. Tut ki karşılaştılar, birbirlerine adlarını bile sormaz, öylece geçip giderlerdi. Ama işte şimdi bir balkonda yan yana koymuştu hayat onları. Biri onları aynı öyküye yazmıştı. İki insan, bir çanak karpuz, masaya serili Fotomaç'ın üzerinde anbean yükselen bir kabuk tepesi ve bir televizyon. Balkonun sinekler üşüşmüş lambasının altında, sessizce oturmuş ömür tüketiyorlardı.” Sade ve gösterişsiz bir dil nasıl böyle şaşalı olabiliyor diye soruyorum kendime. Yanıtı, Kesmez’in kaleminde gizli.
Uzun zamandır beni bu kadar çarpan, yaşamıma dönüp dönüp sorgulatan aynı zamanda içimi sızlatan öyküleri üst üste okumamıştım. Yazar, kendi varlığını hissettirmeyen ancak “bunların arkasında güçlü bir kalem var”ı da zihnimizden eksik etmeyen üslubuyla okunmayı hak ediyor.
Kitapta “Görüşürüz” ve “Kız Kardeşim Handan” başlıklı iki güzel öykü daha var ama ben onların tadını tamamen sizlerin çıkarmasını istediğim için onlardan hiç söz etmeyeceğim. Yazımı, kitabın başındaki Gaston Bachelard’tan alıntılanan “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.” sözüyle bitirirken mekânınız “nohut oda, bakla sofa” da olsa geniş mutlulukları içine sığdırmanın ancak edebiyatla mümkün olacağını da unutmamanızı diliyorum.

Nohut Oda”, Melisa Kesmez, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.
1 Terk Eden, Murathan Mungan
Hakan TOKDEMİR


14 Ocak 2020 Salı

MAVİ YILDIZ, YILDIZ MI GERÇEKTEN?

“Yalnızca, bu süper yıldız kümesine neden ‘sınırları ölçülemeyen cennet’ adının verilmiş olduğunu anlamakta zorlandım. Çünkü o büyük resmin içinde, dünyamızın pek de cennete benzer tarafı yoktu. Biz mi cehenneme çevirmiştik cenneti? Dünya bu sınırları ölçülemeyen cennetin cehennemi miydi? Belki de cennet denen şey içindeki cehennemle anlamlıydı kim bilir?” (Mavi Yıldız, Dilge Güney)
Gerçekten güzelim dünyamızı yaşanacak yer olmaktan uzaklaştırmıyor muyuz el birliğiyle? Sevdiğimizi söylediğimiz her şeyi son damlasına dek tüketmek, alışkanlığımız haline gelmedi mi? Bunu her alanda yapıyoruz sanırım. Ama söz konusu dünyamız olunca bir dur demek gerekmiyor mu? Bu tükenişin sonlanması için illa bir kıyamet kopması veya mesih mi gelmesi gerekli?
Kitabı bitmesini hiç istemeden ama bir yandan da devamında neler olacak diye okurken bu soruları düşürdü zaten muğlak zihnime Dilge Güney. Zaten kitapta birçok ters köşeye yatırıldığım anlara bir de bu sorgulatıcı sorular eklendi. Kapitalizmin vardığı korkunç noktaya vardığımız şu dönemde bilim kurgu demek ne kadar doğru olur bu kitaba emin değilim. Evet, bilimden sonuna kadar yararlanılmış. Evet, kurgu insanı elinden tutup adeta koşturuyor ama o kadar güncel sorunlara yaslanmış ki toplumsal gerçekçi bir roman okuyorum sandım çoğu yerde. İnsanlığın insanlığını kaybettiği ve yapay zekanın ön plana çıktığı bir dünyaya çok mu uzağız?
Başarılı bir savaş muhabiri annesini kaybetmiş ve dünyanın en iyi bilim insanlarından birinin kızı olan anlatıcımız Sonsuz. Pahana denilen teknolojinin üst düzeyde kullanıldığı, insanlığın tüm sıkıntılardan soyutlanmış biçimde yaşadığı, fildişi kule misali bir tecrit alanı. Teknolojinin kısıtlı kullanılmasını tercih edenlerin yaşadığı Lanianeka. O kısıtlanmış bölgede Sonsuz’un arkadaş olup maceralara sürüklendiği Can. Sevgi ve barışı getireceğine inanılan Kaçinalar. Robogarsonlar, robogüvenlikçiler… O kadar sağlam bir kurguyla yer verilen onlarca unsur… Güney, Sonsuz’un bakış açısıyla yanlış giden birçok şeyi görmemize olanak sağlarken bazı bölümlerdeyse geçmişe dönerek ana olayın ortaya çıkmasını sağlayan durumları üçüncü kişili anlatımla vermeyi yeğlemiş. İnsanların yapay zeka tarafından kontrol edilecek noktaya gelmesi ise aslında hiç beklenmedik değil ancak bir yapay zekaya vicdan yüklemesi tanımlandığı halde bir insan gibi olamayacağı gerçeğini bu kadar başarılı bir şekilde anlatması takdire şayan.
Güney, bu yapıtıyla Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı 2018 İlk Gençlik Romanı ödülünü kaleminin ve kalbinin hakkıyla aldığını, gerek kurgusu gerek birbirinden güzel betimlemelerin yer yer eğlenerek dans ettiği yer yerse hüzünle kalbi dağladığı üslubuyla  (Sayfa 10’da yer alan “Sesindeki yabancı tonu ve cümle sonundaki noktanın hemen yanındaki ünlemi de düşününce söylediklerinin gerçek olmasından korktum.” vb.), gözümüze sokmadan fakat gözümüze girerek kanıtlıyor.
Uzun zamandır böyle sürükleyici bir bilim kurgu türünde kitap okumayan benim halimi tahmin edebilirsiniz. Hayatı sorgularken, çok sezdirmeden ama elindeki olanaklardan sonuna dek yararlanarak insana “Nereye gidiyoruz?”u düşündürten bir romanı yediden yetmişe tüm okurlara öneririm. Bakmayın ilk gençlik yazdığına, gençlik insanın ruhunda yaşama heyecanı kaldığı, zihninin sorulara aç olduğu sürece devam eden bir süreçse okuyun. Okuyun ve kendinize sorun: “Mavi Yıldız acaba biz miyiz?”
 Kitaptan sevdiğim bir sözle yazımı sonlandırmak istiyorum: “Tüm yalanlar günü gelince ortaya çıkar mı bilmem ama haddinden büyük olanlar uzun süre gizli kalmıyor.”

Mavi Yıldız, Dilge Güney, Altın Kitaplar, İstanbul, 2019.
Hakan TOKDEMİR

13 Ocak 2020 Pazartesi

TİTRERKEN



Tenha ayazlarında titrerken bedenim
Bir ses böler uykumu
Gel der çağlaya çağlaya
Yana yakıla kıra batıra
Gidemem gelemem titrerken bedenim
Neredeyim kiminleyim
Kocaman bir hiçlikteyim
Yangın sonrası üşüme
Donma öncesi aşk
Bilmem bilemem titrerken bedenim
Kayıp gidiyor hanemde yüreğim
Kimsesizler kimsesi hayır ben değilim
Üzerine umarsızca basılan
Bir kum tanesi miyim?
Anlamam anlatamam titrerken bedenim
Sağır yazgım kör kuyum
İzin verme bu çöküşe
Çoktan yazılı olsa da bir taşta
Görmem göremem titrerken bedenim.
Hakan TOKDEMİR




7 Ocak 2020 Salı

BEYHUDE ÇIRPINIŞLAR



Dinmeyen bir sızı
Gecenin ayazı
Kalbimin orta yerinde
Mıh gibi asılı
Çarpıyor çarpmasına lakin
Hali içler acısı

Rıhtımdan uzaklaşan gemiler
Nasıl beklenirse umarsız
Yaralı kalbim de sayıklıyor
Durmuyor ki çok arsız

Gelmesin istenen gayrı bundan sonra
Vakit doldu çoktan bu mecrada
Elveda derken kalp beyhude atışlarına
Kanmaz artık anlamsız yalvarışlara
Hakan TOKDEMİR