21 Ocak 2020 Salı

NOHUT ODA, BAKLA SOFADAN GENİŞ MUTLULUKLARA


‘Güzel kadın şu Leia’ diyorum. ‘Çok’ diyor. ‘Hiç yaşlanmıyor.’ ‘Ölmüyor da.’
Aralarında bir sır varmışçasına gülümseyerek Leia’ya bakıyor. Benim oradaki varlığımı yok sayan bir bakış bu. ‘Herkes gider, Leia kalır. O yarı yolda bırakmaz.’ ‘Ben seni yarı yolda bırakmadım ki Selim, yol bitti.’
” (“Son Bir Çay”, Melisa Kesmez)

Hani bazen bir duyguyu ifade etmek istersiniz de söyleyecek söz bulamazsınız ya, işte Melisa Kesmez o durumda denebilecek en güzel sözleri bağlama oturtmayı çok iyi başarmış hem de tadını kaçırmadan, okuma keyfimizi azaltmadan. Gereksiz betimlemeler gördüğünde kitaptan soğuyan ben, bu öyküleri dönüp dönüp tadını çıkara çıkara yeniden okudum, zihnimde canlandırdım, o hazzın bitmesini hiç istemedim.
İlk öykü “Kalanlar”, gerçekten de bile isteye kalanları anlatıyor, bir terk ediliş öyküsü gibi görünse de kalmayı bile bile kabullenenlerin öyküsü. Zor olacağını bile bile, acıdan telef olacağı garanti görünse de kalanların öyküsü. Şairin, “Aslında giden değil/ Kalandır terk eden/ Giden de/ Bu yüzden gitmiştir zaten1 dizeleri geliveriyor hemen aklıma. Kaç kişiyi terk ettim, kaç kişi benden gitti? Sorguluyorum tüm vazgeçişlerimi, beklentilerimi ama beklememem gerekenleri… Başarıyor bunu Kesmez, hem de gözüme sokmadan. Kendi içime dönüyorum, sindirmeye çalışıyorum edebi kaygıdan uzak ama bir o kadar da edepli betimlemeleri. “O da gittikten bir süre sonra kendimi ormanını yitirmiş bir ağaç gibi hissetmeye başladım, çölün ortasında tek başına bir tenere ağacı, bir ormanın son üyesi.
Hepimiz böyle hissetmez miyiz çoğu zaman? Hangimiz yalnızlığı kendimiz seçtiğimizde dahi bir süre bu duyguyu yaşamayız? (Tenere ağacının hazin öyküsünü de okumanızı öneririm.) Ben de “Kalanlar” bittiğinde size garip gelebilir ama bir anlığına tenereye döndüm. İyi ki devamı vardı.
Büyük bir merakla ve hevesle geçtim ikinci öykü “Son Bir Çay”a. Okudukça kendi hayatımla bağdaştırdım, bağdaştırdıkça öykü benim öyküm oldu, Selim ise ben oldum. Ne tanıdık bir durum ama bir o kadar da dışarıdan bakış, içe dönüş. Bir adamın annesi olmayı kabullenmeyen bir kadın, annesi ölene kadar her kadında anneyi arayan, bağımlı bir adam. Ben de benzerini yaşadım diyorum, ben de annem ölene kadar savunmasız bir çocuktum, o eşsiz acıdan sonra olgunlaştım. Her insan annesi ölene kadar çocuktur derler ama bazıları bebektir demeyi ihmal ederler. İşte, Kesmez’in en güçlü özelliği de günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız bunun gibi durumları ağdadan uzak üslubuyla iliğimize kadar geçirmesi.
Üçüncü öyküye hazırım artık. Tüm sırlarımı soyunup son bir çay koyuyorum kendime ve başlıyorum “Annemin Çadırı”na. Bu kitapta öyküler birbirinden farklı görünüyor ama okudukça anlıyorum ki hepsi bir bütünü oluşturuyor. Şimdi sırada evliliğinde mutlu olmayan bir annenin deprem korkusunu bahane edip apartmanının karşısındaki çadırda yaşamaya devam etmesini anlatan bir öykü var. “Annemle babamı alıp uçsuz bucaksız bir çöle koysak zıt yönlerde yürüyeceklerine emindim. Tut ki karşılaştılar, birbirlerine adlarını bile sormaz, öylece geçip giderlerdi. Ama işte şimdi bir balkonda yan yana koymuştu hayat onları. Biri onları aynı öyküye yazmıştı. İki insan, bir çanak karpuz, masaya serili Fotomaç'ın üzerinde anbean yükselen bir kabuk tepesi ve bir televizyon. Balkonun sinekler üşüşmüş lambasının altında, sessizce oturmuş ömür tüketiyorlardı.” Sade ve gösterişsiz bir dil nasıl böyle şaşalı olabiliyor diye soruyorum kendime. Yanıtı, Kesmez’in kaleminde gizli.
Uzun zamandır beni bu kadar çarpan, yaşamıma dönüp dönüp sorgulatan aynı zamanda içimi sızlatan öyküleri üst üste okumamıştım. Yazar, kendi varlığını hissettirmeyen ancak “bunların arkasında güçlü bir kalem var”ı da zihnimizden eksik etmeyen üslubuyla okunmayı hak ediyor.
Kitapta “Görüşürüz” ve “Kız Kardeşim Handan” başlıklı iki güzel öykü daha var ama ben onların tadını tamamen sizlerin çıkarmasını istediğim için onlardan hiç söz etmeyeceğim. Yazımı, kitabın başındaki Gaston Bachelard’tan alıntılanan “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.” sözüyle bitirirken mekânınız “nohut oda, bakla sofa” da olsa geniş mutlulukları içine sığdırmanın ancak edebiyatla mümkün olacağını da unutmamanızı diliyorum.

Nohut Oda”, Melisa Kesmez, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019.
1 Terk Eden, Murathan Mungan
Hakan TOKDEMİR


14 Ocak 2020 Salı

MAVİ YILDIZ, YILDIZ MI GERÇEKTEN?

“Yalnızca, bu süper yıldız kümesine neden ‘sınırları ölçülemeyen cennet’ adının verilmiş olduğunu anlamakta zorlandım. Çünkü o büyük resmin içinde, dünyamızın pek de cennete benzer tarafı yoktu. Biz mi cehenneme çevirmiştik cenneti? Dünya bu sınırları ölçülemeyen cennetin cehennemi miydi? Belki de cennet denen şey içindeki cehennemle anlamlıydı kim bilir?” (Mavi Yıldız, Dilge Güney)
Gerçekten güzelim dünyamızı yaşanacak yer olmaktan uzaklaştırmıyor muyuz el birliğiyle? Sevdiğimizi söylediğimiz her şeyi son damlasına dek tüketmek, alışkanlığımız haline gelmedi mi? Bunu her alanda yapıyoruz sanırım. Ama söz konusu dünyamız olunca bir dur demek gerekmiyor mu? Bu tükenişin sonlanması için illa bir kıyamet kopması veya mesih mi gelmesi gerekli?
Kitabı bitmesini hiç istemeden ama bir yandan da devamında neler olacak diye okurken bu soruları düşürdü zaten muğlak zihnime Dilge Güney. Zaten kitapta birçok ters köşeye yatırıldığım anlara bir de bu sorgulatıcı sorular eklendi. Kapitalizmin vardığı korkunç noktaya vardığımız şu dönemde bilim kurgu demek ne kadar doğru olur bu kitaba emin değilim. Evet, bilimden sonuna kadar yararlanılmış. Evet, kurgu insanı elinden tutup adeta koşturuyor ama o kadar güncel sorunlara yaslanmış ki toplumsal gerçekçi bir roman okuyorum sandım çoğu yerde. İnsanlığın insanlığını kaybettiği ve yapay zekanın ön plana çıktığı bir dünyaya çok mu uzağız?
Başarılı bir savaş muhabiri annesini kaybetmiş ve dünyanın en iyi bilim insanlarından birinin kızı olan anlatıcımız Sonsuz. Pahana denilen teknolojinin üst düzeyde kullanıldığı, insanlığın tüm sıkıntılardan soyutlanmış biçimde yaşadığı, fildişi kule misali bir tecrit alanı. Teknolojinin kısıtlı kullanılmasını tercih edenlerin yaşadığı Lanianeka. O kısıtlanmış bölgede Sonsuz’un arkadaş olup maceralara sürüklendiği Can. Sevgi ve barışı getireceğine inanılan Kaçinalar. Robogarsonlar, robogüvenlikçiler… O kadar sağlam bir kurguyla yer verilen onlarca unsur… Güney, Sonsuz’un bakış açısıyla yanlış giden birçok şeyi görmemize olanak sağlarken bazı bölümlerdeyse geçmişe dönerek ana olayın ortaya çıkmasını sağlayan durumları üçüncü kişili anlatımla vermeyi yeğlemiş. İnsanların yapay zeka tarafından kontrol edilecek noktaya gelmesi ise aslında hiç beklenmedik değil ancak bir yapay zekaya vicdan yüklemesi tanımlandığı halde bir insan gibi olamayacağı gerçeğini bu kadar başarılı bir şekilde anlatması takdire şayan.
Güney, bu yapıtıyla Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı 2018 İlk Gençlik Romanı ödülünü kaleminin ve kalbinin hakkıyla aldığını, gerek kurgusu gerek birbirinden güzel betimlemelerin yer yer eğlenerek dans ettiği yer yerse hüzünle kalbi dağladığı üslubuyla  (Sayfa 10’da yer alan “Sesindeki yabancı tonu ve cümle sonundaki noktanın hemen yanındaki ünlemi de düşününce söylediklerinin gerçek olmasından korktum.” vb.), gözümüze sokmadan fakat gözümüze girerek kanıtlıyor.
Uzun zamandır böyle sürükleyici bir bilim kurgu türünde kitap okumayan benim halimi tahmin edebilirsiniz. Hayatı sorgularken, çok sezdirmeden ama elindeki olanaklardan sonuna dek yararlanarak insana “Nereye gidiyoruz?”u düşündürten bir romanı yediden yetmişe tüm okurlara öneririm. Bakmayın ilk gençlik yazdığına, gençlik insanın ruhunda yaşama heyecanı kaldığı, zihninin sorulara aç olduğu sürece devam eden bir süreçse okuyun. Okuyun ve kendinize sorun: “Mavi Yıldız acaba biz miyiz?”
 Kitaptan sevdiğim bir sözle yazımı sonlandırmak istiyorum: “Tüm yalanlar günü gelince ortaya çıkar mı bilmem ama haddinden büyük olanlar uzun süre gizli kalmıyor.”

Mavi Yıldız, Dilge Güney, Altın Kitaplar, İstanbul, 2019.
Hakan TOKDEMİR

13 Ocak 2020 Pazartesi

TİTRERKEN



Tenha ayazlarında titrerken bedenim
Bir ses böler uykumu
Gel der çağlaya çağlaya
Yana yakıla kıra batıra
Gidemem gelemem titrerken bedenim
Neredeyim kiminleyim
Kocaman bir hiçlikteyim
Yangın sonrası üşüme
Donma öncesi aşk
Bilmem bilemem titrerken bedenim
Kayıp gidiyor hanemde yüreğim
Kimsesizler kimsesi hayır ben değilim
Üzerine umarsızca basılan
Bir kum tanesi miyim?
Anlamam anlatamam titrerken bedenim
Sağır yazgım kör kuyum
İzin verme bu çöküşe
Çoktan yazılı olsa da bir taşta
Görmem göremem titrerken bedenim.
Hakan TOKDEMİR




7 Ocak 2020 Salı

BEYHUDE ÇIRPINIŞLAR



Dinmeyen bir sızı
Gecenin ayazı
Kalbimin orta yerinde
Mıh gibi asılı
Çarpıyor çarpmasına lakin
Hali içler acısı

Rıhtımdan uzaklaşan gemiler
Nasıl beklenirse umarsız
Yaralı kalbim de sayıklıyor
Durmuyor ki çok arsız

Gelmesin istenen gayrı bundan sonra
Vakit doldu çoktan bu mecrada
Elveda derken kalp beyhude atışlarına
Kanmaz artık anlamsız yalvarışlara
Hakan TOKDEMİR