Erkenden düşmüştük
yola. Elimizde su mataralarımız, sırtımızda devasa çantalar… Evin kapısını
çektiğimde karanlık hüküm sürüyordu, şimdiyse güneş bize ağaçların ardından göz
kırpıyordu adeta. Bir ah sesiyle her zamanki yürdüşlerimden(yürürken
düşündüklerim) aymak zorunda kaldım. Ceyda, acı dolu bir ifadeyle yol üstündeki
kayalardan birine oturmuş inliyordu. “Ne oldu canım?” dememe kalmadı bağırmaya
başladı. Alışık olmadığım bir durumdu, hem meraklanmış hem de gerilmeye
başlamıştım. “Adi herif, zaten hep yaptığın düşünmek. Biraz da beni düşünsen
ya!” Bu sözleri duyunca istemsizce geri çekildim. “İyi ki önünde yürüyorum. Bir
de tam tersi olsa ölsem fark etmeyeceksin.” Bu kadarı fazlaydı ama sonuçta bir
kadın acı çekiyordu ve öncelik acısıydı. “Dur bir bakayım, neren acıyor?” Ayak
bileğinde ufak bir yarık açılmıştı ama buna neden olan neyse görünürde yoktu. İvedilikle çantamdan ilkyardım malzemelerini çıkarıp
pansuman yaptım. Siniri biraz azalmış gibiydi.
Ceyda’yla geçen kış bir
eğitim seminerinde tanışmıştık. Sunumumun bitiminde yanıma gelerek sunumumu
alıp alamayacağını sormuştu. Ben de bu tür etkinliklerin paylaşma amacıyla
düzenlendiklerini düşünen biri olarak, tabii ki
de alabilirsiniz deyip göndermek üzere e-posta adresini almıştım. İlk bakışta
çok dikkat çeken biri değildi. Uzun, düz siyah saçlar, koyu renk gözleri ve
tavşan dişleriyle pek de sıra dışı değildi. Eve gider gitmez sunumu yolladım
diğer isteyen birkaç kişiyle birlikte Ceyda’ya da. 2 gün sonra teşekkür yanıtıyla birlikte
sunumum hakkında yorumlarını iliştirdiği bir posta düştü kutuma. Çok yapıcı
eleştirilerle olabildiğince nesnel değerlendirmelerini paylaşıyordu.
Etkilenmedim desem yalan olacak. Ben de yazmaya başladım ve yaza yaza
yazgımızda yer açtık birlikte oluşturacağımız sayfalara.
Sanki az önce deliren
kadın gitmişti, yerine yine eski bildik Ceyda gelmişti. Teşekkür ederim canım
diyerek yerinden doğruldu ve yola devam… Belki o eskiye dönmüştü ama ben eski
ben olacak mıydım? Yürdüşlerime yeni bir konu eklenmişti: Ne olacak bizim
halimiz? Epeydir hayatımda olan birinin ilk defa böyle bir tepki vermesi
kalelerimi sallamaya yetmişti. Kaleler kumdan olsa çoktan yıkılacaktı da ona
hislerim ve güvenim hiç kimseye duymadığım şekildeydi. Kafamda deli sorularla
dağ evine ulaşmıştık. Burası 3 günlüğüne kalacağımız, internetten kiraladığım
alelade bir oda, banyo ve mutfağa sahip bir evdi. İçeri girdiğimizde açlıktan
ölmek üzereydim. Ceyda kapıyı kapattı ve üzerimdeki ceketi çıkarmaya yeltendi.
O da acıkmıştı ama acıkılanlar epey farklıydı hayatımızda. Bense ona yine karşı
koyamamıştım. Daha evi tanıma fırsatı bulamadan birbirimizin daha önce keşfedemediğimiz
güzellikleriyle ilgilenmek durumunda kalmıştık. O kadar iyiydi ki yoldaki sinir
harbini unutmuştum bir süreliğine ama ancak bir süreliğine.
Yemekten sonra
şöminenin başında, üzerinde yıllar yılı yaşananlardan bir hayli yorgun düştüğü
oldukça belirgin olan kilimin üzerinde çantamızda yol boyunca tüm olumsuzluklara
karşın kırıp dökmeden taşımayı başardığımız şarabımızı içiyorduk. “Sen bugün
neye dönüştün?” dedim bir anda. Afallamıştı. Belki bir dakikaya yakın sessizce
pencereye daldı gözleri. Daldığı yerden aniden çıkıp: “Sana söylemem gereken
bir şey var. Artık gizleyemem ki zaten gizledikçe suçluluk hissediyorum.”
dedi. Bir heyecan sarmıştı tüm
benliğimi. Acaba benden neyi gizliyordu? Ölümcül bir hastalığı mı vardı
yoksa?.. Yoksa uzaydan gelen bir yaratık mıydı? Saçma sapan düşünceler yayından
fırlayan ok misali hızla beynimden geçiyordu ama hedefi bir türlü
tutturamıyordu. Geçen yıl benimle tanışmadan kısa bir süre önce babası bir
cinayete kurban gitmişti ve henüz 50’sinde bile yoktu. Asılsız düşüncelerimden
mahcup olmuştum ama bozuntuya vermemeye çalışıyordum. Anlattıkça sinirleniyor,
ayağa kalkıp öfkeyle dolanıyor; öfkeyle dolandıkça rahatlıyordu. Gelgitleri
başlamıştı ve Ceyda’da hiç görmediğim şeylerdi bunlar. Bir saate yakın bu böyle
devam etti. Yine eski, tanıdık halindeydi. Sanki açma-kapama düğmesiyle tepki
veren bir oyuncak gibi olması garibime gitmişti. Şaşkın şaşkın izlemiştim
başlarda ama bir süre sonra gözüm ve aklım alışmaya başlamıştı.
Klasik bir hikâyeydi,
acıklı ama klasik. Rahmetli tefecilerden borç almak zorunda kalmış ve ne yazık
ki işleri hesapladığı gibi gitmeyince zamanında ödeyememişti. Ceyda söylediğine
göre babasına çok düşkündü ve küçük yaşta annesini kaybettiği için hayattaki
tek dayanağı da rahmetliydi. Ne söylesem boştu, biliyordum; hiçbir söz bir
yılın dindiremediği ve belki bir ömrün bile dindirmeye yetmeyeceği acıları
dindiremezdi. Ne yazık ki sözler bu durumlarda çaresizdi. Edebiyat parçalamanın
kralı olduğumu düşünen biri olan benim içim parçalanıyordu, edebiyat yırtmıştı
ve kurtarmaya gücü yetmemişti. Sustum, sustu, birlikte sustuk. İçsel
çığlıklarımız yankılanırken ağzımızdan bir kelime dahi çıkmadı. Sustum, sustu,
birlikte sustuk. Sanki sessiz bir anlaşma yapılmıştı sözcüksüzlük üzerine.
Gecenin bir yarısı
aniden gözümü açtım. Ayakta bana bakıyor ve “Özür dilerim. Özür dilerim. Senin
hiç günahın yok.” diye sayıklıyordu. Gözümü kapattım, dedim içimden bu bir
rüya. Soğuk bir el omzuma dokundu. Hayır, rüya falan değildi. Ceyda başımdaydı
ve sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu. Sersem gibiydim, şarabın etkisi devam
ediyordu. Nasıl olduysa gözüm diğer elindeki bıçağa kaydı. Zaten son
hatırladığım da bu.
Cezaevinin boş
koridorunda volta atıyor, sonra dönüp birkaç satır karalıyorum kaderimle tezat
beyaz defterime. Gerçekten de hiç suçum yok, kader kurbanıyım. Yürdüşlerimi
dinlemedim ve bu hale geldim diye kızıyorum kendime. Nefsi müdafaa dedim ama
dinletemedim. Yok efenim akıllı uslu kadın bana niye bıçak çeksinmiş, yok
efenim ben bir bıçak çekilmesiyle ölecek biri miymişim… Zaten ölmedim,
yaşıyorum. Yaşıyorum, yaşıyorum, yaşamaksa bu…