25 Nisan 2020 Cumartesi

AYAKTAKİ BAKIŞ


Erkenden düşmüştük yola. Elimizde su mataralarımız, sırtımızda devasa çantalar… Evin kapısını çektiğimde karanlık hüküm sürüyordu, şimdiyse güneş bize ağaçların ardından göz kırpıyordu adeta. Bir ah sesiyle her zamanki yürdüşlerimden(yürürken düşündüklerim) aymak zorunda kaldım. Ceyda, acı dolu bir ifadeyle yol üstündeki kayalardan birine oturmuş inliyordu. “Ne oldu canım?” dememe kalmadı bağırmaya başladı. Alışık olmadığım bir durumdu, hem meraklanmış hem de gerilmeye başlamıştım. “Adi herif, zaten hep yaptığın düşünmek. Biraz da beni düşünsen ya!” Bu sözleri duyunca istemsizce geri çekildim. “İyi ki önünde yürüyorum. Bir de tam tersi olsa ölsem fark etmeyeceksin.” Bu kadarı fazlaydı ama sonuçta bir kadın acı çekiyordu ve öncelik acısıydı. “Dur bir bakayım, neren acıyor?” Ayak bileğinde ufak bir yarık açılmıştı ama buna neden olan neyse görünürde yoktu. İvedilikle çantamdan ilkyardım malzemelerini çıkarıp pansuman yaptım. Siniri biraz azalmış gibiydi.
Ceyda’yla geçen kış bir eğitim seminerinde tanışmıştık. Sunumumun bitiminde yanıma gelerek sunumumu alıp alamayacağını sormuştu. Ben de bu tür etkinliklerin paylaşma amacıyla düzenlendiklerini düşünen biri olarak, tabii ki de alabilirsiniz deyip göndermek üzere e-posta adresini almıştım. İlk bakışta çok dikkat çeken biri değildi. Uzun, düz siyah saçlar, koyu renk gözleri ve tavşan dişleriyle pek de sıra dışı değildi. Eve gider gitmez sunumu yolladım diğer isteyen birkaç kişiyle birlikte Ceyda’ya da.  2 gün sonra teşekkür yanıtıyla birlikte sunumum hakkında yorumlarını iliştirdiği bir posta düştü kutuma. Çok yapıcı eleştirilerle olabildiğince nesnel değerlendirmelerini paylaşıyordu. Etkilenmedim desem yalan olacak. Ben de yazmaya başladım ve yaza yaza yazgımızda yer açtık birlikte oluşturacağımız sayfalara.
Sanki az önce deliren kadın gitmişti, yerine yine eski bildik Ceyda gelmişti. Teşekkür ederim canım diyerek yerinden doğruldu ve yola devam… Belki o eskiye dönmüştü ama ben eski ben olacak mıydım? Yürdüşlerime yeni bir konu eklenmişti: Ne olacak bizim halimiz? Epeydir hayatımda olan birinin ilk defa böyle bir tepki vermesi kalelerimi sallamaya yetmişti. Kaleler kumdan olsa çoktan yıkılacaktı da ona hislerim ve güvenim hiç kimseye duymadığım şekildeydi. Kafamda deli sorularla dağ evine ulaşmıştık. Burası 3 günlüğüne kalacağımız, internetten kiraladığım alelade bir oda, banyo ve mutfağa sahip bir evdi. İçeri girdiğimizde açlıktan ölmek üzereydim. Ceyda kapıyı kapattı ve üzerimdeki ceketi çıkarmaya yeltendi. O da acıkmıştı ama acıkılanlar epey farklıydı hayatımızda. Bense ona yine karşı koyamamıştım. Daha evi tanıma fırsatı bulamadan birbirimizin daha önce keşfedemediğimiz güzellikleriyle ilgilenmek durumunda kalmıştık. O kadar iyiydi ki yoldaki sinir harbini unutmuştum bir süreliğine ama ancak bir süreliğine.
Yemekten sonra şöminenin başında, üzerinde yıllar yılı yaşananlardan bir hayli yorgun düştüğü oldukça belirgin olan kilimin üzerinde çantamızda yol boyunca tüm olumsuzluklara karşın kırıp dökmeden taşımayı başardığımız şarabımızı içiyorduk. “Sen bugün neye dönüştün?” dedim bir anda. Afallamıştı. Belki bir dakikaya yakın sessizce pencereye daldı gözleri. Daldığı yerden aniden çıkıp: “Sana söylemem gereken bir şey var. Artık gizleyemem ki zaten gizledikçe suçluluk hissediyorum.” dedi.  Bir heyecan sarmıştı tüm benliğimi. Acaba benden neyi gizliyordu? Ölümcül bir hastalığı mı vardı yoksa?.. Yoksa uzaydan gelen bir yaratık mıydı? Saçma sapan düşünceler yayından fırlayan ok misali hızla beynimden geçiyordu ama hedefi bir türlü tutturamıyordu. Geçen yıl benimle tanışmadan kısa bir süre önce babası bir cinayete kurban gitmişti ve henüz 50’sinde bile yoktu. Asılsız düşüncelerimden mahcup olmuştum ama bozuntuya vermemeye çalışıyordum. Anlattıkça sinirleniyor, ayağa kalkıp öfkeyle dolanıyor; öfkeyle dolandıkça rahatlıyordu. Gelgitleri başlamıştı ve Ceyda’da hiç görmediğim şeylerdi bunlar. Bir saate yakın bu böyle devam etti. Yine eski, tanıdık halindeydi. Sanki açma-kapama düğmesiyle tepki veren bir oyuncak gibi olması garibime gitmişti. Şaşkın şaşkın izlemiştim başlarda ama bir süre sonra gözüm ve aklım alışmaya başlamıştı.
Klasik bir hikâyeydi, acıklı ama klasik. Rahmetli tefecilerden borç almak zorunda kalmış ve ne yazık ki işleri hesapladığı gibi gitmeyince zamanında ödeyememişti. Ceyda söylediğine göre babasına çok düşkündü ve küçük yaşta annesini kaybettiği için hayattaki tek dayanağı da rahmetliydi. Ne söylesem boştu, biliyordum; hiçbir söz bir yılın dindiremediği ve belki bir ömrün bile dindirmeye yetmeyeceği acıları dindiremezdi. Ne yazık ki sözler bu durumlarda çaresizdi. Edebiyat parçalamanın kralı olduğumu düşünen biri olan benim içim parçalanıyordu, edebiyat yırtmıştı ve kurtarmaya gücü yetmemişti. Sustum, sustu, birlikte sustuk. İçsel çığlıklarımız yankılanırken ağzımızdan bir kelime dahi çıkmadı. Sustum, sustu, birlikte sustuk. Sanki sessiz bir anlaşma yapılmıştı sözcüksüzlük üzerine.
Gecenin bir yarısı aniden gözümü açtım. Ayakta bana bakıyor ve “Özür dilerim. Özür dilerim. Senin hiç günahın yok.” diye sayıklıyordu. Gözümü kapattım, dedim içimden bu bir rüya. Soğuk bir el omzuma dokundu. Hayır, rüya falan değildi. Ceyda başımdaydı ve sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu. Sersem gibiydim, şarabın etkisi devam ediyordu. Nasıl olduysa gözüm diğer elindeki bıçağa kaydı. Zaten son hatırladığım da bu.
Cezaevinin boş koridorunda volta atıyor, sonra dönüp birkaç satır karalıyorum kaderimle tezat beyaz defterime. Gerçekten de hiç suçum yok, kader kurbanıyım. Yürdüşlerimi dinlemedim ve bu hale geldim diye kızıyorum kendime. Nefsi müdafaa dedim ama dinletemedim. Yok efenim akıllı uslu kadın bana niye bıçak çeksinmiş, yok efenim ben bir bıçak çekilmesiyle ölecek biri miymişim… Zaten ölmedim, yaşıyorum. Yaşıyorum, yaşıyorum, yaşamaksa bu…


SANATIN YAPICI VE BİRLEŞTİRİCİ GÜCÜ


“46 kromozomlu bizler tek işaret bile öğrenememiştik. Can’sa 47 kromozomla dünyayı güzelleştiriyor.” Down sendromuna ilişkin böyle yapıcı bir cümleyi, çocuk ve gençlik yazınımızın güçlü kalemlerinden Sevgi Saygı’nın son kitabında başkarakterlerden biri dillendiriyor. Sinema ve tiyatro deneyiminin yapıtın tüm kurgusuna yansıdığını hemen ilk sayfalardan anlıyorsunuz. Uçan Halı Tiyatro Topluluğu’nun üyeleri olan Fırat ve ailesinin diğer tiyatrocu ailelerle birlikte her yaz başında olduğu gibi turne otobüsüne doluşup çeşitli kentlerde oyunlar sergilemek üzere yola koyuluşlarını ve başlarına gelen beklenmedik olayları sürükleyici bir anlatımla ele alan İzmirli yazar, sanatın birleştirici gücünden çocukların dijital alışkanlıklarına kadar pek çok güncel konuyu ustalıkla ele alıyor.
Turne Dedektifleri”, Sevgi Saygı, roman, Günışığı Kitaplığı, Ekim 2019, İstanbul


HAYDİ, YANIĞI BULMAYA!


Aşk, intikam, kaçış, nefret, siyaset, darbe, suç… Hayatımızı doğrudan etkileyen tüm kavramlara ustalıkla yer vermiş son kitabı “Yanığı Bulmak”ta İzmirli yazar Gülce Başer. 2015 yılında “Bir Ceset Bir Söz” kitabıyla Dünya Kitap dergisi tarafından Altın Sayfa Polisiye Edebiyat Ödülü ile onurlandırılan çok yönlü yazarın ikinci polisiye kitabı ilkinin devamı olarak düşünüleceği gibi bağımsız bir eser olarak da okunabiliyor. Toplumsal konuları dışlamadan da polisiye türünde nitelikli eser verilebileceğini bu kitabıyla da kanıtlıyor Başer. Tutkular, politik oyunlar, resmi kurumlara sızan suç örgütleri, darbeler ve denemeleri öyle dengeli harmanlanmış ki hiçbiri gözümüze batmıyor. Son sayfasına kadar sürüklenerek okunacak bir yapıt arayanlar için adeta kaçırılmayacak bir fırsat. Haydi, zaman kaybetmeden Yanığı Bulalım.
“Yanığı Bulmak”, Gülce Başer, roman, Mylos Kitap, Ocak 2020, İstanbul