Şöyle bir bakıyorum da takvime, bir
hafta kalmış sensiz ilk anneler günüme. O kadar çok özledim ve hala özlemeye
devam ediyorum ki sözcüklerle anlatmam imkansız. Yine de yılmadan deniyorum
anlatmayı. Bu zaman yapısı bana İngilizcedeki perfect tense’i anımsatıyor,
birden gülüyorum kendime. Yine kafamı dağıtmak için zihnimde oyunlar
döndürüyorum işte. En iyi sen bilirsin beni annem. Neye üzüldüğümü, neye
kızdığımı ve neyle mutlu olduğumu hep sen anlarsın. Bak yine perfect tense’e
devam ediyorum çünkü sevmek eylemi bir anda olup bitmiyor ki, başlayıp bir ömür
boyu, sevdiğin insan göçse de bu dünyadan devam ediyor işte.
Ne diyordum? Evet, yalnız senin
anladığını söylüyordum. O kadar zor ki sensizlik… Anlaşamadığımız çok zaman
olurdu ama şimdi onlar bile uzaktan gülümsüyor bana. Karanlık bir tünelde
rüzgardan sık sık sönen mumlarla arıyor gibiyim o anları bile. Ah annem, her
ölüm erkendir ama insanın annesi söz konusu olunca her yaş çok erken oluyormuş
be annem.
Terk-i diyarından hemen öncesine
gidiyorum, bu sefer elimde güçlü pillerle çalışan bir fener. Hastanede
yatıyorum. Hareketsiz halde yatmak zorunda olduğum o 3 gün boyunca ne istesem o,
yılların yorduğu bedenin ve yıpranmış zihninle elinden geldiğinin fazlasını
deneyerek yapmaya çalışıyorsun. Ben sana kıyamıyorum, sen bana dayanamıyorsun.
Son atışlarını zorlukla yapan kalbine, geçirdiğin onlarca ameliyata rağmen koca
bir hafta sandalyenin üstünde yarı uykulu yarı uykusuz halde bana kuş gibi
bakmaya çalışıyorsun. Geceleri ara ara kalkıp bir isteğim olup olmadığını
sorarken bir şey istesem de söyleyemiyorum. Sen yanımdasın ya, yeter diyorum.
Derken taburcu oluyoruz. 3 hafta evde
istirahat ederken her fırsatta o yorgun kalbinle gelip beni görmeye çalışıyorsun.
Bense farkında değilim bu kadar yorulduğunun ya da kabullenmek istemiyorum. Her
zamanki gibi annem güçlüdür, atlatır diyorum. Şimdi düşünüyorum da gerçekten
halsizdin, sanki bezmiştin yaşamaktan. O kadar hassastın, o kadar üzüldün, o
kadar yıpratıldın ki… Bir doktora
gitmeni söylüyorum çünkü ben götüremiyorum hastalığımdan dolayı. Hep
erteliyorsun, oğlum sen iyi ol ben de olurum, sen beni düşünme diyorsun. En
sonunda ısrarlarıma dayanamayarak gidiyorsun.
O melun vedaya bir hafta kala, oğlum,
tam teşekküllü bir hastaneye gitmem gerekiyormuş, anjiyoyla bakmaları lazımmış,
diyorsun. Ben elimden bir şey gelmediği için deliriyorum ve seni ömrümde son
kez kırıyorum. Hayata isyanımı sana yansıtarak rahatlayacağımı düşünüyorum,
anlık rahatlama yine. Sonrasında pişman olup hemen doktor, hastane arıyorum.
Bayramdan 4 gün önce, 7 Ağustos günü,
hiç unutmuyorum, asla da unutamayacağım günlerden biri, hastaneye gidiyoruz ve
doktor normalde çok yoğunluk olduğunu ama şansımıza (ki nasıl bir şans olduğunu
sonradan anlayacağım) bayram öncesi cuma, yani 2 gün sonra anjiyoya gün
verebileceğini söylüyor. Zaten çok kolay bir işlem, damarların durumuna
bakılacak, çok büyük bir sorun yoksa aynı gün taburcu olursunuz, eğer çok
tıkanıklık varsa heyet bypass ameliyatı için karar verecek diyor genç ve
yardımsever doktor. Seviniyoruz. Bir an önce olacak ve kurtulacak…
9 Ağustos 2019 Cuma. Sabahın erken
saatleri. Annemi evinden almaya gidiyorum. Biraz uykusuz, anlıyorum ki gece
uyumamış heyecandan. Nasılsa eve hemen döneceğiz diye sadece kırmızı el
çantasını almış. Oğlum diyor, ilk defa çok korkuyorum. Kaç ameliyat geçirdim,
hiç böyle hissetmedim. Normal anne, üzülme diyorum. İnsan yaşlandıkça daha
hassas oluyor. Bak, ben yanındayım, artık torunun da var, her şey çok güzel
olacak.
Hastaneye varınca annemi indirip
arabayı park ediyorum. Koşa koşa yanına gidiyorum. Oturuyoruz ve oğlum, bana
Öykü’mün yeni fotoğrafı varsa gösterir misin, diyor. Anne diyorum zaten hepsini
gönderiyorum. Gülüyoruz. Olsun diyor, ben aynı videolarına ve fotoğraflarına
defalarca bakıyorum, o beni çok mutlu ediyor ve ekliyor: “Keşke ameliyathanede
onun fotoğraflarını yansıtsalar da ameliyatta moral olsa.” Birlikte bahçedeyiz.
Sabah olmasına rağmen sıcak ve bunaltıcı bir hava. Bir ağacın gölgesindeki
bankta birlikte son oturuşumuz olduğunu bilmeden oturuyoruz.
Haydi anne, girelim içeri diyorum.
Koluma giriyor. Son zamanlarda zor nefes aldığı için kısacık mesafelerde bile
dinlenmek zorunda. Servise, bize söylenen yere çıkıyoruz. Bir hasta bakıcı
geliyor. Bizimle birlikte 4 hasta daha var anjiyo için gelen. Daracık bir
odanın kapısında bekliyoruz serviste. Hasta bakıcı hepimize ameliyat
giysilerimizi veriyor. Herkes sırayla o dar odaya girip giyinecek. Sıra bize
gelince ben de giriyorum annemle. Gülerek giyiniyor annem, daha doğrusu ben
güldürmek için elimden geleni yapıyorum, ben de çantasına çıkardıklarını
koyuyorum.
İşimiz bitince çıkıyoruz. Herkes
hazır. Ölüme yolculuk başlasın. Tüm hastaları tekerlekli sandalyelere
bindiriyor hasta bakıcımız. Asansörün kapısında bekliyoruz. Annem sandalyede,
ben elini tutuyorum ve onu yaşarken son kez öpüyorum. Onun bana son sözleri
aklımdan çıkmıyor ve çıkmayacak da: “Oğlum, sen şimdi bir şey yemezsin, bak
benim ne zaman çıkacağım belli değil, aç aç gezme. Yemezsen üzülürüm. Şimdi
aşağı in ve benim için de bir şeyler ye.”
Dediğini dinleyip aşağı iniyorum ama
yemek yemek ne mümkün! Yanımda her zamanki gibi kitabım var ama okuyamıyorum
bir türlü. Zaman geçmek bilmiyor. İyileşince annemi sigarayı bırakma
polikliniğine götürmeye karar verip internetten araştırıyorum. Annem bu
hastalığı da atlatacak ve daha sağlıklı olması için elimden geleni yapacağım. Yaklaşık
2 saat sonra servise gidip soruyorum. Sizi arıyorlardı, anneniz başka (b)ölüme sevk
edildi diyor yetkili ama beni kimse aramamıştı ki! Hemen koşuyorum, soruyorum
annemi başka bir binada. Bekleyin, doktor gelip sizi bilgilendirecek yanıtıyla
karşılaşıyorum. Ne bilgisi ya??? Hani 1 2 saate çıkacaktı? Dakikalar geçmek
bilmiyor. Derken 2 doktor geliyor ve her şeye hazırlıklı olun anlamına gelecek
bir şeyler söylüyor. Hayatında her şeyi planlı yaşayıp her şeye hazırlıklı
olduğunu sanan ben yıkılıyorum. Ne demek şimdi bu diye soruyorum. Annemin ana
damarı tıkanmış ve açmaya çalışırlarken kalp krizi geçirmiş, geri döndürmüşler,
makineye bağlamışlar ve hemen bypassa almışlar. Vücudunun kaldıramayabileceğini
söylüyor doktorlar. “Nasıl yani? Annem çok güçlüdür benim. Lütfen iyi bir
şeyler söyleyin.”
Sözcükler boğazımda düğümleniyor.
Çaresizim. Beklemekten başka hiçbir seçeneğim yok. Art arda içilen sigaralar,
boş boş bakmalar, bir ağlayıp bir susmalar, anlamını bilmediğim dualar… Hepsini
yaşıyorum sırasıyla. Bir süre sonra doktorlar yine bilgi vermeye geliyor.
Durumu çok kritik, elimizden geleni yapıyoruz ama kalbi çok yıpranmış, hazır
olun, diyorlar yine. Nasıl hazır olayım ki? Neye hazır olayım ki? O benim
annem. Babamla ayrıldıktan sonra neredeyse çeyrek asırdır en yakınım, canım,
her şeyde yan yana olduğum. Nasıl hazırlanılır, biri bana söylesin.
Defalarca bilgilendirildikten sonra
hayatımın en acı haberi geliyor. Hazırlanırken -ki nasıl hazırlanılacağını hâlâ
bilmiyorum- tükettiğimi sandığım gözyaşlarım yeniden çağlamaya başlıyor. O
gitti. Hiç beklemediğim bir anda, 58 yaşındayken dayanamadı hayatın ona sunduğu
sıkıntılara kalbi. Gitti o, ne yazık ki gelmeyecek.
Hayatın acı gerçekleri… İşlemler
başlıyor. Saat akşamüstü 6’ya geliyor. Ertesi gün arife. Hemen halledilmesi
gerekli işlerin. Morga doğru ilerliyorum. Yılın en sıcak döneminde içim üşüyor,
biliyorum ki morgdan değil, içindeki meleğimden. Görevliler sedyede sarılı olan
bedenini açıyorlar, annemin yüzünde yarım kalmış bir tebessüm. Çektiği acılar
tamamlatmamış gülüşünü. Sarılıyor, doyasıya öpüyorum. Daha sıcaklığını
kaybetmemiş, zaten benim için sonsuza kadar sıcacık kalacak o.
10 Ağustos 2020 Cumartesi. Sabahın
erken saatleri… Tepecik’te yıkama alanındayım. Kadınların işi bitince beni
içeri çağırıyorlar. Annemin bedenini son görüşüm. Son kez sarılıyor,
yanaklarından öpüyorum. Biraz daha soğuk düne göre diyorlar ama bana hep aynı
sıcaklık. Beyazlar içinde huzurla uyuyor. Ömründe ne annesinden, ne babasından,
ne kocasından ne de güvenip her şeyini verdiği insanlardan yana gülemeyen o
biricik kadın, kimsenin artık kendisine zarar veremeyeceğinden emin bir şekilde
uzanıyor.
Ölünce beni annemin üzerine defnedin
derdi hep. İşte istediğin oldu annem. Kavuştun sonunda annene. Mezarlıkta bir
yığın insan akıllarında birbirinden farklı düşüncelerle bana destek olmak için
bekliyor. Benimse aklımda tek gerçek: Artık annem yok. Bol bol toprak atıyorum,
attıkça onu daha da uzaklaştırıyorum sanki kendimden. Sonunda üstünü örtüyor ve
uzaklaşıyoruz. İşte bu kadar basit. 1 2
saat içinde işlem tamam. İnanmak istiyorum öbür tarafın varlığına, hak ettiği
mutluluğa sonunda erişmesi için. Yapabileceğim başka da bir şey yok ki…
9 ay geçmiş şöyle dönüp de bir
bakınca. O melun günden beri ona sevgim, özlemim hiç azalmadı, aksine yokluğu
gün geçtikçe daha da yaralıyor içimi. O gün hastanede üzerinden çıkarıp benim
kendi ellerimle koyduğum giysilerinin olduğu kırmızı çantası hâlâ arabamın
bagajında. Annem kokan giysileriyle her yere taşıdığı bulmacaları, sigarası hem
de yedeğiyle, kalemi, ıslak mendilleri ve rutin ilaçları… Arabaya her
binişimde, onu her özlediğimde açıyorum çantayı ve derin derin içime çekiyorum
onun burnumdan hiç gitmeyecek kokusunu. Çantayı bagajdan çıkarmayı hiç
istemiyorum. Sanki çıkarır da eve getirirsem veya başka bir yere götürürsem annemin
kokusu sonsuza dek o çantadan gidecek gibi geliyor. Ömrüm yettiğince
saklayacağım annem senden son yadigârı.
Ara ara telefonunu açıyor, Facebook
hesabına bakıyorum. Whatsappta yazışmalarımıza ve gönderdiğim fotoğraflara,
videolara. Öykü’mün hiçbir fotoğrafı ve videosu silinmemiş. Hep derdim, annem
telefonun şişecek, benzer fotoğraflarını sil diye ama oğlum, derdi, ben
hiçbirine kıyamıyorum, kalsın hepsi, ben tekrar tekrar bakıyorum. Bana bir
keresinde oğlum kızma ama senden fazla seveceğim biri olacağına hiç inanmazdım
ama torun sevgisi bir başkaymış, demişti. Hiç kızmamıştım aksine çok
sevinmiştim. Çok kısa zamanda başköşesine koymuştu torununu. Her konuşmamızda,
her yazışmamızda ilk onu sorardı bana. Öykü’mü her gördüğünde gözlerinin içi parlardı
hiç parlamadığı kadar. Hele Öykü babaannem dediğinde bir daha de yavrum deyip
dururdu. Sımsıkı sarılır, doyasıya öperdi. Öykü’m de kısa sürede sevmişti
sonsuzluğa uğurladığımız babaannesini. Şimdi babaannesinin kuş olup gittiğini
söylüyor.
Çok severdi İnciraltı’ndaki Martı
adlı balıkçıyı. İstediğin bir yer var mı annem diye sorduğumda hep orayı
söylerdi. Deniz kenarında da masaları olan, salaş bir balık ekmekçi. Çok mutlu
olurdu orada. Keyifle yemeğini yer, etrafı seyrederdi. O günden beri hiç
gidemedi ayaklarım o taraflara. Sanki masada benim siparişlerimizi almamı
bekliyor olacak gibi geliyor ve buna hazır değilim daha. Sen olmasan ben ne
yaparım oğlum, inan 5 kız evladına değişmem seni, derdi. Allah senin yüzünü hep
güldürsün diye dualar ederdi. Fazlasıyla düşkündü bana, bazılarının
anlayamayacağı kadar çok hem de. Tek ben kalmıştım hayatında koşulsuz şartsız
destek olan, nasıl düşkün olmasındı? Ben de çok kızardım son yıllarda tek
başına ayakta duramamasına ama acıları en iyi yaşayanların kendileri bilir. Annem
pes etmişti, direnecek gücü kalmamıştı. Bazıları sonuna kadar savaşır ama annem
tükenmişti. Şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanları yargılamadan empati yapmak
gerekir. Empatiyi ben annemden öğrendim. Bana çok acı verse de vicdanen her
zaman rahatlattı beni başkalarının yerine geçip düşünebilmek.
“Seni dünyada koşulsuz seven tek
varlık annedir; diğer insanlar seni ‘çünkü’lerle sever, anne ise
‘rağmen’lerle.” sözü geliyor aklıma her sıkıntımda. Ne kadar doğruymuş. İnsan
yaşadıkça daha çok anlıyor. Hiç kimsenin samimi olduğuna inanamıyorum artık
çocuklar dışında. Bir tek onlar masum, çıkarsız ve hesapsız.
Öte yandan olgunlaşıyorum da bu
meyanda. Derlerdi de hiç anlayamazdım anneni kaybedince başka biri olursun
diye. Başka biri olduğum kesin de iyi mi, kötü mü zaman gösterecek.
Annemsiz ilk anneler gününe
yaklaştığım şu günlerde tek emin olduğum, Özdemir Asaf’a atfedilen: “Ne cenneti
merak ediyorum ne de cehennemi çünkü ben annemi gülerken de gördüm, ağlarken
de!” sözünün doğruluğu. Huzur içinde uyu güzel kızımın biricik babaannesi,
annelerin en güzeli. Seni her zaman sevgi ve saygıyla anmaya devam edeceğim.