Issızlığın ortasında saat ihaneti çok az geçiyordu.
Kırık dökük bir koltuk, hiç keşfedilmemiş gibi duran ama aslında çoktan
masumiyetini yitirmiş bir yatak ve hiç geçmeyecekmiş gibi duran mide ağrısı… Sanki
o değildi bu viran odada daha yarım saat önce hayatının yıkımını yaşayan. Sanki
o değildi uğruna her şeyi feda edebileceği insanın o hiç düşünülmeden
söylendiği çok açık olan sözlerini duymak zorunda kalan. Bitmişti her şey, yalınkat
bedeninden yayılan titremeler ağır ama emin zerrelerle sarsıyordu odanın
huzurunu. Yok, dayanamayacaktı; yok, yapamayacaktı. Derin derin nefes almaya
çalışıyordu fakat sanki nefesi kendisini derin derin alıyordu. Evet, terk-i
diyar ediyordu. Yerinden doğruldu, boyası dökülmüş, her yanında binlerce hatıra
yüklü kapıya yöneldi. Son bir hamle, evet, evet becermişti. O kapı, yeni bir
yaşama mı açılıyordu? Bildiği tek şey yaşadığı eşsiz kederdi. Kurtulmak
istediğinden emin miydi bilinmez. Kapının kolunu hızlı ama takatsiz bir ıstırapla
yakaladı. Olacaktı, gün doğmadan neler doğardı… Öyle öğretmişlerdi ona. Ha
gayret, son bir adım daha… Hakan TOKDEMİR
19 Aralık 2014 Cuma
17 Kasım 2014 Pazartesi
SONSUZ DERMAN İÇİNDE BİÇARE
Yürüyorum…
Issız bir sokak ama ben çok kalabalık hissediyorum. Sanki iğne atsan yere
düşmeyecek. Yalnızlığımın içinde tepinen bir sürü insan beynimin en uç
noktalarına işliyor seslerini. Yalnızlığım mı, çaresizliğim mi? Her ikisi
birbirinden farklı mı ki? Neler düşünüyorum, neler saçmalıyorum gecenin üçünde.
Yalnız insan çaresiz insan mıdır? Yoksa çaresiz insan mı kendini yalnız
hisseder? Aslında çok dostum vardır selamımı alan, yüzüme gülümseyen, dünyamı
bir anlığına da olsa aydınlatan. Gerçi dost mudur bütün bunları yapan?
Bilemedim. Kafamda bin türlü soruyla yürüyorum… Köşe başında, köhne bir evin
eprimiş duvarının önünde ısınmaya çalışan yaşlı bir adam… Bana bakıyor gibi,
belki de konuşacak. Ama ben her şeye olduğu gibi ona da teğet geçiyorum.
Kayıtsızım şu aralar her şeye, herkese. Belki başka bir gece diyorum içimden ve
adımlamaya devam… İleride bir ağaç, yıllanmış belli. Hani şu ihtiyar çınar
ağaçları gibi tüm azametiyle dimdik durup gelen geçeni “Ben sizler gibisini çok
gördüm. Siz de kim oluyorsunuz?” diye aşağılarcasına süzen ağaçlardan. Belki
öyle değil de gecenin bu vaktinde ben öyle algılıyorum. Ağacın altından
geçerken bir aydınlanma yaşıyorum, sanki gün doğuyor, sanki ben doğuyorum.
Kendimi hemen kaldırımın en dip köşesine atıyorum ki acısız olsun yeniden
doğuşum. Her doğum gibi bu da sancılı oluyor hele ki benim gibi sürekli
sorgulayan birinin yeniden doğması handiyse imkânsız.
Tamam
işte, doğdum, sonunda kavuştum dünyama. Etrafım insan kaynıyor. Gözümü
açtığımda ilk gördüğüm o yaşsız ağaçtı. Başımı hafif çevirdiğimde hayatın
içinde olduğumu anladım. Kimse beni fark etmiyor, herkes umursamadan yoluna
devam ediyordu. Evet, yeniden doğmuştum. Yeni yüzyıl böyleydi: Kalabalıklar
içinde yalnız, sonsuz derman ummanında biçare. Hakan TOKDEMİR
16 Kasım 2014 Pazar
YAŞATAN BİR ÖĞRETMEN
Hâlâ
idealist ve öğrencilerine yaşamı sorumluluk aldırarak öğretmeye çalışan
öğretmenlerin olduğuna dair umudu korumamızı sağlayan, muhteşem bir yapıt. Ölü
Ozanlar Derneği’nden beri gördüğüm en iyi öğretmen karakteri. Sözünü ettiğim
kitap, Rob Buyea’nın Altın Kitaplar’dan Eda Aksan çevirisiyle yayımlanan, “Sınıftan
Yükselen Sesler” adlı kitabı.
Küçük
bir kasabada 5. sınıfların yeni öğretmeni olarak göreve başlayan Bay Terupt’un
öğrencileri üzerinde kısa sürede yarattığı etkiyi ve onlara kattıklarını ele
alan kitap, kendilerine ayrılan bölümlerde sırasıyla her öğrencinin kendi
ağzından yaşadıklarını anlatması bakımından da inandırıcı ve özgün bir nitelik
taşıyor. Böylelikle okur yaşananları farklı bakış açılarıyla görme olanağı
buluyor. Ayrıca kitap ay ay bölümlere ayrılmış ve bir öğretim yılında baştan
sona neler yaşandığı net biçimce ortaya konmuş.
Okulu
bir kabus gibi gören Jeffrey, içe kapanık Danielle, yaramaz Peter, zeki ve
çalışkan Luke, sakin Jessica, yaşından büyük hareketleriyle çevresindekileri
yönetmeye çalışan Alexia ve diğerleri… Hepsinin kendi içinde yaşadığı,
bazılarının geç yaşlarda bile baş etmekte zorlanabileceği sorunları var. Ve bir
gün bir öğretmen bu sınıfa geliyor ve ilk andan itibaren elindeki sihirli
değneğin etkisi hissedilmeye başlanıyor. Bay Terupt yaşayarak öğrenme metodunu
bütün alanlarda kullanıp öğrencilerin sorumluluk almasını ve hatalarını da
kendilerinin görmesini sağlamaya çalışıyor. Her öğrenciye farklı yaklaşımlarda
bulunarak başta kendisine ön yargısı olanları da kazanmaya başlıyor. Tabii ki
bunda, çocuklarla bir gün karda oynarken Peter’ın başka bir arkadaşına attığı
kartopuyla aldığı darbe sonucu komaya girmesinin etkisi de yadsınamaz. Bu, yani
öğretmenin beyin sarsıntısı geçirip uzun süre hastanede komada kalması, kitabın
seyrini en çok değiştiren durum ve bunun sonucunda bazı öğrenciler kendilerini
sorgulamaya ve hatalarıyla daha çok yüzleşmeye başlıyor.
Yazarın
inandırıcılığında kendisinin de bir dönem öğretmenlik yapmasının büyük payı
olduğu kesin ancak biliyoruz ki öğretmenlik yapan herkes edebi bir yapıt
oluşturamıyor ve ne yazık ki bir Bay Terupt olamıyor.
Öğretmenler
olarak çoğumuz günlük telaşla bazı değerleri atlıyor, yetiştirilmesi gereken
konuları vermek için çırpınıyoruz. Evet, sistemin bizden beklediği ezberci, çok
sorgulamayan, düşünmekten çok sunulanlardan birini seçmesi istenen öğrenciler
yetiştirmek olabilir ama en önemlisi ve en zoru da sorgulayan, yaparak,
yaşayarak öğrenen öğrenciler yetiştirmek. Ayla Algan’ın da dediği gibi: “Sorusu
olmayan insanlar, her zaman korkutur beni.”
Bu
kitabı salt öğretmenlerin değil herkesin okuması ve farklı bakış açılarının
değerini anlaması dileğiyle. Hakan TOKDEMİR
8 Şubat 2014 Cumartesi
KİTAPSIZ DÜNYA YALAN DÜNYA MI?
Kitapsız bir dünya mümkün mü? Evrendeki
Son Kayıt’ı okurken belki herkesin aklına ilk gelen belki bu olmuyor ama edebiyatla
iç içe bir yaşamın getirisi olsa gerek ben hemen kimilerince basit bir nesne
olarak algılanan kitabı, o büyülü dünyayı, düşünüyorum.
Kitabın konusunu özetlemeye çalışalım: Dünyanın
büyük sarsıntı denilen felaket geçirmesinden sonra insanlar büyük bir yoksunluk
içindedir. Çete savaşları her yeri kaplamıştır. Uyuşturucuların yerini beyin
burgusu denilen sanal bağımlılıklar almıştır. Bütün yazılı kaynaklar yok olmuş,
okumayı bilen pek az insan kalmıştır. Bu parçalanmış ve kaosun hüküm sürdüğü
dünyada Eden ismi verilen yalıtılmış bir dünyada elit, geliştirilmiş insanlar
olan Gelişik adı verilen farklı bir grup da yaşamasına rağmen iki yaşam
alanının sınırları keskin hatlarla ayrılmıştır. Bu karmaşa dünyasında saralı
bir çocuk olan Spaz, ölmek üzere olan kız kardeşini görmek için bir yolculuğa
çıkar. Bu yolculukta kendisine okumayı bilen ve bir kitap yazan Yhazan, Küçük
Surat isimli beş yaşındaki bir çocuk ve Lanaya isimli bir Gelişik yardım
eder. Kitabın sonunda yine de yazar kapıyı aralık bırakarak diğer
distopik yazarlar gibi bizi umutsuzluğa terk etmiyor.
Yapıt yetişkinlerden ziyade ortaokul ve
lise öğrencilerine yönelik oluşturulmuş olsa da yetişkinlere de seslenmeyi
başarıyor. Rodman Philbrick yapıtını oluştururken kendinden önceki distopik
yazarlardan etkilenmekle birlikte kendine özgü bir üslubu oluşturup genç okurun
da kolaylıkla içine girebileceği bir kurgu oluşturabilmiş. Özellikle Ray
Bradbury’nin “Fahrenheit 451”ini okuyanlar kıyaslama yapmadan duramayacaktır
çünkü anımsayacağımız üzere o yapıtta da bütün yazılı ürünler yasaklanıp
insanların beyinleri uyuşturuluyor ve eleştirel düşünme “doğal” yollarla
yasaklanıyordu. Ayrıca Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sını da çağrıştırdığını söyleyebiliriz.
Yapıtın diğer distopik ürünlerden en
önemli farkı gelecekteki dünyanın iki farklı bölüme ayrılmasıdır; gerçi bu da
1984’teki yöneten ve yönetilen ilişkisine benzemektedir ancak burada gelişik
denen insanlar Eden denen bölgede her kötülükten uzak yaşarken diğer bölgedeki
insanları yönetmeye çalışmaktan çok kendilerini onlardan uzak tutmaya
çalışmaktadır. Diğer distopik romanların genelinde yasakları dayatan ve
yasakların dayatıldıkları vardı. Son yıllarda çok gözde olan Açlık Oyunları
serisinde de aynı durum söz konusudur. Halk gelişmiş bir şehir olan Capitol
tarafından yönetilmektedir; gelişmişlik yönünden benzerlikler olsa da yukarıda
belirttiğim noktada iki yapıt ayrılıyor birbirinden.
Derinlemesine incelenecek çok kavram var
yapıtta. Aile, dostluk, sevgi, sadakat gibi evrensel temaların üzerinde
tartışılacak çok şey olduğunu söyleyebiliriz. Yazar çeşitli konularda insanlığa
aslında göndermelerde bulunup “Ayağınızı denk alın yoksa sonunuz kötü.”diyor
adeta her satırda. Ama bence yapıtta üzerinde en çok durmamız gerekense Yhazan
adlı dişidöküğün (yapıtta yaşlı insanlara verilen ad) bütün olumsuzluklara
rağmen hikâyesini yaşamaya ve yazmaya çabalaması. Kitabın tanıtımında sorulan
“Edebiyat, karanlık bir gelecekte umudu yeniden yeşertebilir mi?” sorusuna da
bir ölçüde yanıt veriyor. Gerçekten de edebiyat her şeye rağmen insanlığa umudu
aşılıyor mu? Herkesin kendi hikayesini özgürce yaşadığı ve yazdığı günlere
ulaşması dileğiyle! Hakan TOKDEMİR
7 Şubat 2014 Cuma
14 ŞUBAT GELİYOR
İçi içine sığmıyordu çünkü 14 Şubat
yaklaşıyordu. Günler öncesinden, her sene olduğu gibi, hazırlıklara başlamıştı.
İçinden yine her sene olduğu gibi “Her şey çok farklı ve güzel olacak.” diye
geçiriyordu. Çiçeklerle çevrili dükkanının avlusuna heyecanlı heyecanlı
koşturarak Nuri’ye seslendi: “Şu çiçekler yeterli mi sence? Her şeyin güzel
görünmesini istiyorum.” Nuri sakin bir şekilde dönerek: “Fazlalık, güzellik
demek değildir. Her tam, azların birikimiyle oluşmaz mı zaten?” diye karşılık verdi.
Nuri’nin felsefi sözlerine alışkın olan Mesut Bey bıyık altından gülüp geçti ve
kendisini yeni bir işe verdi. Evet, çok güzel bir sevgililer günü olacaktı.
Mekanı o kadar güzel hale getirecekti ki gören herkes çok etkilenecek ve onu
tebrik edecekti.
Ne kadar güzeldi şu kapitalist düzen!
Normalde bir haftada kazandığını böyle özel günlerde bir gecede kazanıyordu. Hele
şu 14 Şubat yok muydu? Sevgililer gününde mekanın geliri bir anneler günü, bir
öğretmenler gününün gelirinden çok daha fazla oluyordu. Evet evet, her şey
yolunda gidiyordu. İçten bir tebessümle, coşkulu bir biçimde: “Alayına kurban
serbest piyasa ekonomisini bulanların da işletenlerin de…” deyip huzurla
çiçeklerini sulamaya başladı. Hakan TOKDEMİR
6 Şubat 2014 Perşembe
BİR METNİ ANLAMLANDIRMAK
BİR METNİ ANLAMLANDIRMAK
Sanatın hayatımıza
kattıklarını hiç düşündünüz mü? Ya da hayatınızda sanata yer var mı diyerek
başlasam daha doğru olur herhalde. Günümüzde ve özellikle ülkemizde sanata
zaman ayırmanın gereksiz bir durum olduğunu fark etmemek mümkün mü ki?
İnsanı
geliştiren, kendisini doğru ve etkili ifade etmesini sağlayan, belki de dile
getiremediklerini, anlamlandıramadıklarını bulabileceği yegane unsurdur sanat.
Sanat deyince aklımıza ne geliyor? Sıkıcı sanat galerileri, okunması zor yazılar
vb. gibi yanıtları veriyor maalesef günümüz insanı. Evet, belki de ilk bakışta
doğru. İnsan kendini zorlamadığı, o sonu gelmez rahatını bozmadığı sürece bu
böyledir. Ama biraz zaman ayırsak, biraz üzerinde düşünsek acaba bu sorunun
yanıtını değiştirebilir miyiz? Ne demiş Voltaire: “İnsanlar yiyecek ekmek,
yatacak yer buldular mı düşünmekten kaçınırlar.” Aslında bunun tersini de
söyleyebiliriz özellikle maddi sorunlarla boğuşan uluslar için. Bizim gibi
ülkelerde sanırım bu durum geçerli. Karnı doymayan bir millete sanattan mı söz
ediyorsun diyenler çıkabilir. Acaba aç olduğumuz için mi sanata önem
vermiyoruz, yoksa sanata, estetiğe yeterince önem vermediğimiz için mi açız?
Bilime, sanata önem veren ulusların geçmişte
de günümüzde de nasıl güçlü uygarlıklar kurduğunu, refah seviyesinin ne kadar
yüksek olduğunu hepimiz görüyoruz. Demek ki bahane üretmek yerine çalışmak,
kendimizi zorlamak gerekiyor. Ne demiş ilkçağ düşünürlerinden biri: “Rüzgarın
yönünü değiştiremiyorsan yelkenlerini rüzgara göre ayarla.” Koşullarımızın ne
olduğunu atlamadan en uygun davranış biçimini uygulamamız gerekiyor. Bahanelerle
bu işin olmayacağını görmemiz lazım.
Bilinen eksikleri
düzeltip tamamlamak için en uygun sanat dalı da edebiyattır. Sözcüklerin efendisi
olup onları istenilen yöne sürüklemek, dar ve geçit vermeyeceği düşünülen
yollardan en farklı ve güzel biçimlerle onları geçirebilmek, tek birini
kullanıp bütün bir evreni içselleştirmekten daha büyüleyici ne olabilir ki? Kendini
sözlü ve yazılı ifade edebilen birisi emin olun ki diğer dallarda da bu
özelliğini çok rahat kullanacaktır. Bir şiirin iç dünyasına inebilmek,
imgelerin evrenine ulaşıp başta saçma gelen yönlerinden bizim usumuza,
kalbimize seslenen yanlarına ulaşabilmek çok da kolay değildir elbette. Bir klasik
romanın çok katmanlı ve yaratıcısı tarafından nakış işler gibi işlenen dilini
çözebilmek bir anda olacak iş değildir tabi ki de. Emek gerekir, birikim
gerekir, en önemlisi de istemek gerekir. Kişi bir şeye kendini tamamen
adadığında Tanrı da harekete geçer, der dünya edebiyatının en önemli
yazarlarından Goethe.
İsteme kısmını
hallettik. Peki, şimdi edebi eserleri anlamak için ne yapacağız? Öncelikle
belirtmem gerekir ki bu sorunun yanıtı tek bir yazıda verilemeyecek kadar
ayrıntılıdır. Benim sadece satır başlarına değineceğimi unutmayalım. En başta
seviyemize uygun eserleri okumaya ve anlamaya çalışmalıyız. Eğer belli bir
okuma geçmişimiz yoksa Suç ve Ceza’dan başlamak hemen pes etmemize neden
olabilir. Okuma sırasında yazılanlarla ilgili düşünmek ve belki de kısa notlar
almak yerinde olacaktır. Kuyucaklı Yusuf’tan alınan, Yusuf’la kaymakam olan
babası Salahattin Bey arasında geçen konuşmaya bir bakalım:
"Bu iş sana göre değil ama, ne
yapalım?" dedi. "Biliyorum, canın sıkılacak, fakat insan yavaş yavaş alışır.
Gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. Mesele o odanın içinde beş on saat
oturuvermekte... Lüzumsuz gibi görünür ama bunsuz da dünya dönmüyor. Öyle ya,
herhalde böyle boş oturmanın da bir hikmeti var. Bir bakarsın, hükümetteki
işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. Lakin o kalabalık
olmasa âlem birbirine girer. Mesele memurların yaptığı işte değil, onların
mevcut olmasında. Şimdi sen o tozlu odada oturdukça kendi kendine: "Benim
burada ne lüzumum var?" diyeceksin! Yanlış!.. Mademki sen bir kere hükümet
kapısından içeri adımını attın, artık lüzumlusun. Sen olmasan muhakkak bir
yerde bir aksaklık çıkar...
Bu bölümde yazılanlar üzerinden neredeyse bir
asır geçmiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir taşra kasabasında yaşananları
anlatmaktadır yazar. Şimdi bu bölümde yazılanlara dikkat edelim. Üzerinden bu
kadar zaman geçtiği halde söylenenler günümüzde de geçerli. Memurluğa bakışın
değiştiğini kim söyleyebilir ki? Bu bölümde okuyucu ne kazanabilir? O ulusun
belli bir dönemine ait zihniyeti öğrenip günümüzle kıyaslayabilir. Geçmişten
günümüze nelerin değişip nelerin değişmediğini anlamlandırabilir. Ve güzel olan
odur ki, yazar bunları karakterlerin diyaloglarına yükleyerek, akıcı ve
anlaşılır bir biçimde yapmıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Okuma sırasında bir
başka yapmamız gereken bilmediğimiz sözcüklerin anlamlarını öğrenebilmektir.
Bunun en doğru yolu, sözlükten yararlanmaktır fakat insan her saniye yanında
sözlük taşıyamayacağına ve yazar da her zaman sözcüklerin ilk anlamlarını
kullanmayacağına göre bu da kesin bir çözüm olmayacaktır. Bilmediğimiz bir
sözcükle karşılaştığımızda o sözün öncesine ve sonrasına bakmamız, sözü
anlamamıza yardımcı olabilir. Şiirde ise daha farklı yaklaşmamız gerekmektedir.
Çünkü sözcükler şiirlerde genellikle gerçek anlamlarından farklı, imgelenmiş
biçimlerde karşımıza çıkarlar:
Durup
köşe başında deliksiz dinlesem
Sana
kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar
ellerimde ufalanıyor
Ne
yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben
sana mecburum sen yoksun
Attila İlhan
Attila İlhan’ın bu ünlü şiirine
baktığımızda günlük hayatta temel anlamıyla bilmediğimiz tek bir sözcük bile
olmadığını görebiliyoruz. Ancak şair, sözcükleri temel anlamlarıyla
kullanmamıştır. Deliksiz gerçek anlamıyla üzerinde deliği olmayan demektir; ama
dinlemek sözcüğüyle bir bütün oluşturunca anlam bir anda değişmiştir. Deliksiz
dinlemek, aralık vermeden dinlemek anlamına gelmiştir. Gerçek anlamda kullanılmamış
gök olması mümkün değildir fakat şair yine burada sevgilisi için her şeyi
yapabileceğini dile getirebilmek amacıyla farklı bir söyleyişi tercih etmiştir.
Haftalar insanın elinde gerçekten de dağılabilir mi? İmkansız, değil mi?
Zamanın çok hızlı geçtiğini ve sevgiliye vuslatın bir türlü gerçekleşemediğini
anlatmaya çalışıyordur. Zaten edebiyatçıları farklı kılan da budur. Sözcüklere
dilediği gibi yön vermek, onları birer köle gibi değil de kendisine bağlı,
minnettar biricesine etkileyip değiştirmek, en önemlisi de özgün bir üslupla
bunu başarabilmektir.
Bir edebi eseri baştan da belirttiğimiz
gibi anlamak, içselleştirmek için bir tek yazı ve birkaç öneri hiçbir zaman
yeterli değildir. Dediğim noktalara dikkat etmekle başlarsak mutlaka gerisi
gelecektir. Kazanımların ne denli büyük olduğunu insan zamanla anlayacaktır. Konfüçyus’un
dediği gibi: “Sözcüklerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız.” Hakan TOKDEMİR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)